Ve İhtimal Güzel Bir Şey: Tol
Murat
Uyurkulak’ın “Tol” romanı, Türkçe edebiyatın en etkileyici romanlarından biri. Kitap
ilk çıktığında yayımlanan yazılara baktığımızda Suzan Samancı kitabın adının
Kürtçede “orospu” anlamına geldiğini söylerken Asuman Kafaoğlu Büke de kitabın
içinde bulunan Tosun Osman’ın Leventleri’nin ilk harflerinin kısaltması
şeklinde “tol” kelimesine romanda bir gönderme yapıldığından bahsediyor.
Romanın daha ilk başta dikkat çekici olmasında ve bu kelimenin irdelenmesinde
şüphesiz karşılaşmadığımız, ama tam da bu noktada aslında tecrübe de
etmediğimiz bir kelime ile karşı karşıya olmamız önemli. Nitekim romanın ilk
cümlesi de bu karşılaş(ma)ma ve tecrübe etme(me)ye gönderme yaparcasına bir
ihtimal ile açılıyor: “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
“Tol”,
bu ihtimalin gerçekleşmesi, vakti, bu noktada neler olabileceği, olma(ma)sı
gerektiği hakkında çoksesli, çokkatmanlı bir roman. Bu çokseslilik ve çokkatmanlılık
meselesini ayrıntılandırmak gerekiyor. Öncelikle çokkatmanlılığa bakalım: “Tol”,
bir ihtimalin her türlü yönünü anlatıya katmak için değişik bir kurguyla
kotarılmış. Bu kurgu içinde anlatılan bir ana hikâye var. Bu hikâyeyi bize
“Yusuf olan ben” diye başlayan bir anlatıcı anlatıyor. Sonrasında başlayan tren
yolculuğu ile yanındaki Şair, başka hikâyeler ve babasının hikâyeleri,
günlükleri, mektupları işin içine giriyor. Böylece romanda çokkatmanlı bir
şekilde birden fazla anlatıcı ve metin türüyle karşılaşıyoruz. Tabii bu
metinlerin hepsi “Yusuf olan ben” anlatıcının ana metninin etrafında
kurgulanıyorlar. Günlükler, mektuplar, tek tek kişilerin hikâyeleri bu kurgunun
içine oradan buradan sızıyor. Böylece tıpkı bir meydana değişik kollardan
farklı kitlelerin girmesi gibi bir izlenim ortaya konuluyor. Ahmet, Vedat,
Yüksel, Esmer, Ada, İmam Hüseyin, Salih ve Şair’in hepsinin toplandığı,
mahallelinin onlara büyük bir saygı duyduğu “tepe”, bu kurgudaki çokkatmanlılığın
bir sembolü gibi. Tepe, her taraftan devrime inanan insanları bir araya
topladığı gibi tarihi de tarihsiz bir boşluğa itiyor. Bu tepede olanlar zaman
geçmesine rağmen değişmiyor, en azından Ahmet’in mektuplarına gelene kadar. Burada
da aslında çok fazla değiştiği söylenemez, çünkü Ahmet için de zaman meselesi oldukça
karışık. Olaylar bir silsile halinde hiçbir zaman ilerlemiyor, bir öncelik ve
sonralık durumu yok. Zaman hatırlamak ve unutmak ile paralel bir şekilde gidiyor.
Dolayısıyla tepe de bu hatırlama ve unutma durumunun sembolü halini alıyor.
Romandaki
çoksesliliğe gelince. Roman kurguda çokkatmanlılık ile bir sürü farklı türdeki
metinleri bir araya getirirken bu metinlerin ortaya koyduğu dillerle
farklılıklar da yaratıyor. Hatta dil meselesi bile bir süre sonra unutuluyor.
Romanda adı önce Oğuz sonra Ahmet olan kahramanımız tepedeki mahallede çok uzun
bir süre konuşmuyor. Onun bu durumu devrime inanan ve bunun için savaşan İmam
Hüseyin tarafından peygamberlik olarak değerlendiriliyor. Dahası Ahmet
konuşmayı bir süre sonra hatırlıyor, kelimeler ağzından o kadar acıyla çıkıyor
ki kelimelerin bu kadar acıtıcı olmasına inanamıyor. Zaten Oğuz olarak hayatını
hatırlamadığı ya da romanda bir başkasının, imamın anlatımıyla ölüp öbür taraftan
geri gelip bu sefer Ahmet olarak döndüğünde tamamen yeni bir hayata başlıyor.
Bu yeni hayatta yanındaki Ada ile birlikte insanın yaradılışına bir gönderme
yaparcasına toprak ve dışkıyı birbirine karıştırıp bir aydınlığa ulaşıyorlar.
Ada, hiç konuşmuyor, insanlara dair kullanılagelen kelimelerden, hayatlardan
bağımsız bir hayat sürüyor. Kelimeler de onu anlatmaya yetmiyor. O söz konusu
olduğunda tabiat, hayvanlar, insanlar bir başkasıyla karşı karşıya olduğunun
farkında. O, insanlığın en saf hali gibi. Bu şekilde sessizlikle bir
çokseslilik yaratılıyor. Diğer taraftan Oğuz ve Ahmet’in, anlatıcının, Şair’in
ve kahramanımızın tren ilerlerken okuduğu her hikâyedeki kahraman tamamen kendi
sesiyle okura sesleniyor. Üstelik bu seslenme sadece okura değil onu metin
içinde okuyana da iletiliyor. Bu sebeple romandaki çokkatmanlılığın bir alana
her taraftan giren kitleler gibi durumunun özellikle bu şekilde kitleye
dönüştüğünden söz etmek gerekiyor. Çünkü ancak romandaki metinlerin
kahramanları bu şekilde kendi sesleriyle hatta çoğu zaman anlatıcıya rağmen var
olabildikleri için, bir değil birden çok olanı, kitleyi yansıtıyorlar. Bu kitlenin sesleri de farklı farklı.
Askerler tepeye müdahale ettiklerinde kelimeler anlamını yitiriyor,
tamamlanmıyorlar, neredeyse havada asılı kalıyorlar: “Yakaldkları gnçlri kurşn
diz… Esmr’i, Sle’i, KMam’yı, Brc’yu ve dğrlern mydna sürkl… parç… soyy… sryla…
dflrc… dövrk satlerc.. bcklrnn arsndan kn.. gğslr lm lm…
Şr
srünerk çıkıyor şknchndn… biri klna giryor, Salih, kamyonet az ileride… Hadi… hd… Şr bakı… Esm… ğzndn kn kn… gözleri
bembeyaz.. gzlr bmbyz…
Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa…”
(191) Alıntılanan bu kısımda tepedekilerin başlarına gelenler, onların
direnmeye çalışmaları, çığlıkları ve acıları bir arada. Bunların hepsi havada
asılıp kalmış kelimelerle ve anlamını yitirmiş ses(sizlik)lerle yapılıyor.
Diğer
taraftan kelimelerin bilinçakışından dökülüşü ve bunların arasında bir bağlantı
olmaması da bu çoksesliliğin önemli unsurlarından biri: “Vantuz kelimesini
kullanıyorum, ama ne olduğundan tam olarak emin değilim, böyle kelimeler oluyor
demişler çok eskiden, ne demişler, hatırlamıyorum, hatırlamıyorum kelimesinin
ne olduğundan da emin değilim, hatırlamayı da hatırlayamamak, iç içe, sonsuz
helezonlar.
O
helezonlardan bahsetmişti Şair, ilk kez kendim gibiyim şimdi diyordu, tek bir
daireyim, oysa eskiden hep sonsuz helezonlar halinde yaşarmış her somut ânı,
somut, bunu da tam bilemiyorum, somut, somun, somurmak, sömürmekle farkı var mı
bunların, piç kurusu dedi biri geçen gün yanındakine. Piç, kıtır, ekşi, sulu
bir meyvenin ismi gibi. Kurutulmuş üstelik bir de, suyu akıp gitmiş içinden.
Evet. Piç. Meyve ismi gibi.” (175)
Her
iki alıntıda da dikkat çekici bir diğer özellik anlatının ritmi. Anlatı kendi
içinde çoksesli bir yapı olarak ortaya çıkarken zaman zaman hızlı zaman zaman
da oldukça yavaş bir söylem ile ritmik bir yapı da gösteriyor. Örneğin ikinci
alıntıda uzun cümleler anlatıyı mümkün olduğu kadar uzatmak için virgüllerle
ilerleyerek hızlı bir ritmi sağlarken arkadan helezonlardan bahsedildikten
sonra bu sefer tek tek kelimelerin üzerinde bu defa oldukça yavaş bir ritme
geçiyorlar. Sonrasında ise ritim neredeyse uzun uzun duruşların olduğu bir
yavaşlığa erişiyor.
Gerek
çokkatmanlılık gerek çokseslilik gerekse ritim meselesinde zaman çok önemli bir
unsur. Özellikle anlatının ritmi söz konusu olduğunda zaman gerçekten
yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi helezonlar halinde neredeyse yok
ediliyor. Anlatıcının yolculuk boyunca okuduğu metinlerdeki zaman ise
somutlaşmış, belirli bir tarihten bahsediyormuş gibi görünmesine rağmen aslında
hiçbir zaman somutlaşmıyor. Romanın başında kompartımandaki yaşlının 6-7 Eylül
tarihinden bahsedip sonrasında ülkede meydana gelen olaylardan söz edildiği yer
bile somut bir tarih verip bunun aslında nasıl soyut bir unsura dönüştüğüne
göstermek için konulmuş gibi. Zaman, yaşanan tüm acıların yansımalarını,
kişilerde cisimleşmiş, bir başka deyişle gövdelerine yazılarak somutlaşmış bir
tecrübeyi aktarmak için duruyor. İlerlemiyor, kişilerin bedenlerinde ve
düşüncelerinde derin bir iz halini alıyor, tıpkı kahramanımızın hikâyeler
okuyarak yanında bir Şair ile ilerlediği tren yolculuğu ve bu yolculuk boyunca
radyodan dinlediği bombaların patlama haberleri gibi. Bombalar, roman boyunca
Şair ve kahramanımızın üzerinde konuştuğu bir konu ama bu bombaları kimin
patlattığı meselesi de hep kafalarında bir soru işareti olarak duruyor. Sonunda
bu mesele çözülmüş gibi durmasına rağmen ortaya çıkan da bir soru işareti
aslında.
“Tol”,
hatırlama ve unutma meselesini merkezine almış bir roman. Bu sebeple roman
birden çok unsuru bir araya getirerek ihtimal’in kendisini gündeme
getirebiliyor. Roman boyunca ne öyle ne böyle gibi bir durumdan söz etmek
mümkün değil, ayrımlar ve sınırlar çizmek yerine hem öyle hem böyle şeklinde
bir durum romanın tümüne yayılmış durumda. Oğuz’dan Ahmet’e geçebilmek de
devrimin bir ihtimal olması da benzer özellikler gösteriyor. Çünkü mücadelenin
kendisinin de hem öyle hem böyle olma gibi bir durumu söz konusu, bir de
ikircikliği. Mücadele ederken geliştirilen strateji bizi düşmanımıza
dönüştürebilir mi, bu mücadelede ne kadar kendimiz kalabiliriz? Böylece
mücadele hem öyle hem böyle olma durumunu tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle bir
araya getiriyor. Oğuz, Ahmet halini aldığında ve her şeyi unuttuğunda gerçekten
unutabiliyor mu? Tepe’ye gittiğinde yaşadığı hayatla bir efsaneye dönüşürken,
etrafındaki destan havası romanın sonunda tekrar ortaya çıkarken mücadelenin
hem dışarıyla hem de kendi içinde olması da bundan bağımsız değil zira o
savaşmıyor, mücadele ediyor, mücadele etmeyi bir destan haline dönüştürmeye
çalışıyor.
“Tol”,
başta da belirttiğim gibi çok etkileyici bir roman. Bu roman hakkında ne
yazılsa eksik kalacağını bilmek de bir okur olarak ister istemez vicdan azabı
hissettiriyor ama umudun, umut etmenin değerini içinizde sımsıcak hissederek
çekiyorsunuz bu azabı.
Bu yazı için bkz. v
İstanbul
Art News (Edebiyat),sayı: 4, Aralık 2014,
s. 19.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder