11 Mayıs 2015 Pazartesi

Ve İhtimal Güzel Bir Şey: Tol - Murat Uyurkulak'ın Tol Romanı Üzerine-


Ve İhtimal Güzel Bir Şey: Tol


Murat Uyurkulak’ın “Tol” romanı, Türkçe edebiyatın en etkileyici romanlarından biri. Kitap ilk çıktığında yayımlanan yazılara baktığımızda Suzan Samancı kitabın adının Kürtçede “orospu” anlamına geldiğini söylerken Asuman Kafaoğlu Büke de kitabın içinde bulunan Tosun Osman’ın Leventleri’nin ilk harflerinin kısaltması şeklinde “tol” kelimesine romanda bir gönderme yapıldığından bahsediyor. Romanın daha ilk başta dikkat çekici olmasında ve bu kelimenin irdelenmesinde şüphesiz karşılaşmadığımız, ama tam da bu noktada aslında tecrübe de etmediğimiz bir kelime ile karşı karşıya olmamız önemli. Nitekim romanın ilk cümlesi de bu karşılaş(ma)ma ve tecrübe etme(me)ye gönderme yaparcasına bir ihtimal ile açılıyor: “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.”
“Tol”, bu ihtimalin gerçekleşmesi, vakti, bu noktada neler olabileceği, olma(ma)sı gerektiği hakkında çoksesli, çokkatmanlı bir roman. Bu çokseslilik ve çokkatmanlılık meselesini ayrıntılandırmak gerekiyor. Öncelikle çokkatmanlılığa bakalım: “Tol”, bir ihtimalin her türlü yönünü anlatıya katmak için değişik bir kurguyla kotarılmış. Bu kurgu içinde anlatılan bir ana hikâye var. Bu hikâyeyi bize “Yusuf olan ben” diye başlayan bir anlatıcı anlatıyor. Sonrasında başlayan tren yolculuğu ile yanındaki Şair, başka hikâyeler ve babasının hikâyeleri, günlükleri, mektupları işin içine giriyor. Böylece romanda çokkatmanlı bir şekilde birden fazla anlatıcı ve metin türüyle karşılaşıyoruz. Tabii bu metinlerin hepsi “Yusuf olan ben” anlatıcının ana metninin etrafında kurgulanıyorlar. Günlükler, mektuplar, tek tek kişilerin hikâyeleri bu kurgunun içine oradan buradan sızıyor. Böylece tıpkı bir meydana değişik kollardan farklı kitlelerin girmesi gibi bir izlenim ortaya konuluyor. Ahmet, Vedat, Yüksel, Esmer, Ada, İmam Hüseyin, Salih ve Şair’in hepsinin toplandığı, mahallelinin onlara büyük bir saygı duyduğu “tepe”, bu kurgudaki çokkatmanlılığın bir sembolü gibi. Tepe, her taraftan devrime inanan insanları bir araya topladığı gibi tarihi de tarihsiz bir boşluğa itiyor. Bu tepede olanlar zaman geçmesine rağmen değişmiyor, en azından Ahmet’in mektuplarına gelene kadar. Burada da aslında çok fazla değiştiği söylenemez, çünkü Ahmet için de zaman meselesi oldukça karışık. Olaylar bir silsile halinde hiçbir zaman ilerlemiyor, bir öncelik ve sonralık durumu yok. Zaman hatırlamak ve unutmak ile paralel bir şekilde gidiyor. Dolayısıyla tepe de bu hatırlama ve unutma durumunun sembolü halini alıyor.
Romandaki çoksesliliğe gelince. Roman kurguda çokkatmanlılık ile bir sürü farklı türdeki metinleri bir araya getirirken bu metinlerin ortaya koyduğu dillerle farklılıklar da yaratıyor. Hatta dil meselesi bile bir süre sonra unutuluyor. Romanda adı önce Oğuz sonra Ahmet olan kahramanımız tepedeki mahallede çok uzun bir süre konuşmuyor. Onun bu durumu devrime inanan ve bunun için savaşan İmam Hüseyin tarafından peygamberlik olarak değerlendiriliyor. Dahası Ahmet konuşmayı bir süre sonra hatırlıyor, kelimeler ağzından o kadar acıyla çıkıyor ki kelimelerin bu kadar acıtıcı olmasına inanamıyor. Zaten Oğuz olarak hayatını hatırlamadığı ya da romanda bir başkasının, imamın anlatımıyla ölüp öbür taraftan geri gelip bu sefer Ahmet olarak döndüğünde tamamen yeni bir hayata başlıyor. Bu yeni hayatta yanındaki Ada ile birlikte insanın yaradılışına bir gönderme yaparcasına toprak ve dışkıyı birbirine karıştırıp bir aydınlığa ulaşıyorlar. Ada, hiç konuşmuyor, insanlara dair kullanılagelen kelimelerden, hayatlardan bağımsız bir hayat sürüyor. Kelimeler de onu anlatmaya yetmiyor. O söz konusu olduğunda tabiat, hayvanlar, insanlar bir başkasıyla karşı karşıya olduğunun farkında. O, insanlığın en saf hali gibi. Bu şekilde sessizlikle bir çokseslilik yaratılıyor. Diğer taraftan Oğuz ve Ahmet’in, anlatıcının, Şair’in ve kahramanımızın tren ilerlerken okuduğu her hikâyedeki kahraman tamamen kendi sesiyle okura sesleniyor. Üstelik bu seslenme sadece okura değil onu metin içinde okuyana da iletiliyor. Bu sebeple romandaki çokkatmanlılığın bir alana her taraftan giren kitleler gibi durumunun özellikle bu şekilde kitleye dönüştüğünden söz etmek gerekiyor. Çünkü ancak romandaki metinlerin kahramanları bu şekilde kendi sesleriyle hatta çoğu zaman anlatıcıya rağmen var olabildikleri için, bir değil birden çok olanı, kitleyi yansıtıyorlar.  Bu kitlenin sesleri de farklı farklı. Askerler tepeye müdahale ettiklerinde kelimeler anlamını yitiriyor, tamamlanmıyorlar, neredeyse havada asılı kalıyorlar: “Yakaldkları gnçlri kurşn diz… Esmr’i, Sle’i, KMam’yı, Brc’yu ve dğrlern mydna sürkl… parç… soyy… sryla… dflrc… dövrk satlerc.. bcklrnn arsndan kn.. gğslr lm lm…
Şr srünerk çıkıyor şknchndn… biri klna giryor, Salih, kamyonet az ileride… Hadi… hd… Şr bakı… Esm… ğzndn kn kn… gözleri bembeyaz.. gzlr bmbyz…
Aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa…” (191) Alıntılanan bu kısımda tepedekilerin başlarına gelenler, onların direnmeye çalışmaları, çığlıkları ve acıları bir arada. Bunların hepsi havada asılıp kalmış kelimelerle ve anlamını yitirmiş ses(sizlik)lerle  yapılıyor.
Diğer taraftan kelimelerin bilinçakışından dökülüşü ve bunların arasında bir bağlantı olmaması da bu çoksesliliğin önemli unsurlarından biri: “Vantuz kelimesini kullanıyorum, ama ne olduğundan tam olarak emin değilim, böyle kelimeler oluyor demişler çok eskiden, ne demişler, hatırlamıyorum, hatırlamıyorum kelimesinin ne olduğundan da emin değilim, hatırlamayı da hatırlayamamak, iç içe, sonsuz helezonlar.
O helezonlardan bahsetmişti Şair, ilk kez kendim gibiyim şimdi diyordu, tek bir daireyim, oysa eskiden hep sonsuz helezonlar halinde yaşarmış her somut ânı, somut, bunu da tam bilemiyorum, somut, somun, somurmak, sömürmekle farkı var mı bunların, piç kurusu dedi biri geçen gün yanındakine. Piç, kıtır, ekşi, sulu bir meyvenin ismi gibi. Kurutulmuş üstelik bir de, suyu akıp gitmiş içinden. Evet. Piç. Meyve ismi gibi.” (175)
Her iki alıntıda da dikkat çekici bir diğer özellik anlatının ritmi. Anlatı kendi içinde çoksesli bir yapı olarak ortaya çıkarken zaman zaman hızlı zaman zaman da oldukça yavaş bir söylem ile ritmik bir yapı da gösteriyor. Örneğin ikinci alıntıda uzun cümleler anlatıyı mümkün olduğu kadar uzatmak için virgüllerle ilerleyerek hızlı bir ritmi sağlarken arkadan helezonlardan bahsedildikten sonra bu sefer tek tek kelimelerin üzerinde bu defa oldukça yavaş bir ritme geçiyorlar. Sonrasında ise ritim neredeyse uzun uzun duruşların olduğu bir yavaşlığa erişiyor.
Gerek çokkatmanlılık gerek çokseslilik gerekse ritim meselesinde zaman çok önemli bir unsur. Özellikle anlatının ritmi söz konusu olduğunda zaman gerçekten yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi helezonlar halinde neredeyse yok ediliyor. Anlatıcının yolculuk boyunca okuduğu metinlerdeki zaman ise somutlaşmış, belirli bir tarihten bahsediyormuş gibi görünmesine rağmen aslında hiçbir zaman somutlaşmıyor. Romanın başında kompartımandaki yaşlının 6-7 Eylül tarihinden bahsedip sonrasında ülkede meydana gelen olaylardan söz edildiği yer bile somut bir tarih verip bunun aslında nasıl soyut bir unsura dönüştüğüne göstermek için konulmuş gibi. Zaman, yaşanan tüm acıların yansımalarını, kişilerde cisimleşmiş, bir başka deyişle gövdelerine yazılarak somutlaşmış bir tecrübeyi aktarmak için duruyor. İlerlemiyor, kişilerin bedenlerinde ve düşüncelerinde derin bir iz halini alıyor, tıpkı kahramanımızın hikâyeler okuyarak yanında bir Şair ile ilerlediği tren yolculuğu ve bu yolculuk boyunca radyodan dinlediği bombaların patlama haberleri gibi. Bombalar, roman boyunca Şair ve kahramanımızın üzerinde konuştuğu bir konu ama bu bombaları kimin patlattığı meselesi de hep kafalarında bir soru işareti olarak duruyor. Sonunda bu mesele çözülmüş gibi durmasına rağmen ortaya çıkan da bir soru işareti aslında.
“Tol”, hatırlama ve unutma meselesini merkezine almış bir roman. Bu sebeple roman birden çok unsuru bir araya getirerek ihtimal’in kendisini gündeme getirebiliyor. Roman boyunca ne öyle ne böyle gibi bir durumdan söz etmek mümkün değil, ayrımlar ve sınırlar çizmek yerine hem öyle hem böyle şeklinde bir durum romanın tümüne yayılmış durumda. Oğuz’dan Ahmet’e geçebilmek de devrimin bir ihtimal olması da benzer özellikler gösteriyor. Çünkü mücadelenin kendisinin de hem öyle hem böyle olma gibi bir durumu söz konusu, bir de ikircikliği. Mücadele ederken geliştirilen strateji bizi düşmanımıza dönüştürebilir mi, bu mücadelede ne kadar kendimiz kalabiliriz? Böylece mücadele hem öyle hem böyle olma durumunu tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle bir araya getiriyor. Oğuz, Ahmet halini aldığında ve her şeyi unuttuğunda gerçekten unutabiliyor mu? Tepe’ye gittiğinde yaşadığı hayatla bir efsaneye dönüşürken, etrafındaki destan havası romanın sonunda tekrar ortaya çıkarken mücadelenin hem dışarıyla hem de kendi içinde olması da bundan bağımsız değil zira o savaşmıyor, mücadele ediyor, mücadele etmeyi bir destan haline dönüştürmeye çalışıyor.
“Tol”, başta da belirttiğim gibi çok etkileyici bir roman. Bu roman hakkında ne yazılsa eksik kalacağını bilmek de bir okur olarak ister istemez vicdan azabı hissettiriyor ama umudun, umut etmenin değerini içinizde sımsıcak hissederek çekiyorsunuz bu azabı.

 Bu yazı için bkz. v  İstanbul Art News (Edebiyat),sayı: 4,  Aralık 2014, s. 19.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder