27 Kasım 2015 Cuma
Açık Radyo Kayıtları 31: Doğu Yücel II
Doğu Yücel ile Açık Radyo'da 26/11/2015 tarihinde yaptığımız kaydın linki:
https://archive.org/details/gununveguncelin_26-11-2015
20 Kasım 2015 Cuma
Açık Radyo Kayıtları 30: Doğu Yücel I
19/11/2015 tarihinde Açık Radyo'da Doğu Yücel ile yaptığımız kaydın linki:
https://archive.org/details/gununveguncelin_19-11-2015
12 Kasım 2015 Perşembe
Neslin Devamına Ağır Bir Darbe: Gözlerini Kaçırma
Neslin
Devamına Ağır Bir Darbe: Gözlerini Kaçırma
“Gözlerini
Kaçırma”, Irmak Zileli’nin ikinci romanı. Kadın yaşamının derinliklerine bir
yolculuk niteliği taşıyan bu roman, bir kadının zihninden akıp gelenlerle
kurulu olmasıyla ayrıca ilginç bir yapı da arz etmekte.
Roman
kahramanı Didem’in “sen” yani ikinci tekil şahıs ağzından kaleme alınmış bu
anlatıda kurguyu, onun zihninden geçenler oluşturur. Bu zihinden geçenler zaman
zaman Didem’in içsesi zaman zaman rüyaları zaman zaman da bilinçakışıyla
verilir. Didem’in erkek dünyası, kadın dünyası ve dahası dünya hakkındaki
düşünceleri, onlarla birlikte yaşama değil ancak mücadele etme biçimi de onun
zihninden kurguya giden bir yol halini alır. Aslında anlatının bu şekilde
kurulmuş olması, yazara iki açıdan kolaylık sağlıyor: İlki “sen” hitabıyla bir
mesafe yaratırken okuru zihninin içine sokması ikincisi ise zihnin sarmallarına
davet ederek aynı zamanda bu mesafeyi daraltabilmesi. “Sen” hitabının
kullanımına romanlarında sıklıkla rastladığımız Ayhan Geçgin’den farklı bir yol
seçiyor Irmak Zileli. Geçgin’in romanlarındaki “sen” hitabı her zaman bir
mesafeye gönderme yapıyor. O mesafenin azalması için yavaş yavaş kahramana
yaklaşmak, onunla birlikte yürümek gerekir. Oysa Irmak Zileli bu hitabı daha
romanının başında “başka” bir kadın yaşamı anlatısına davet niteliğiyle
kullanıyor. Şöyle ki kitabının adı “Gözlerini Kaçırma”. Yani biz okurlara demek
istiyor ki “gözlerini kaçırma”. Çünkü anlatacağı bu yaşam, ki kadının adı da
“didem” (dide: göz demektir), genelgeçer kabullerle yaşanılan bir yaşam değil.
Bu göz, bize başka bir kadının yaşamını belirli bir mesafeden, daha doğrusu
alışılagelenin dışında bir gözden anlatacağını özellikle ifade etmek, hatta
bunu vurgulamak için seçilmiş “sen” hitabıyla birleşiyor.
“Sen”
hitabının zihnin sarmalarından bir yol açarak anlatıdaki mesafeyi kısaltması
ise anlatıya başka unsurların eklenmesini beraberinde getiriyor. Şu örneği
inceleyelim: “İlk sevgilinden epey umutluydun aslında. Gerçi, yolun başındayken
herkes umutlu olur. Görmüş geçirmişler acemilere bıyık altından güler o yüzden.
Bırak derler yanındakilere, hevesini alsın, dokunma. Emekli olmalarına az
kalmış memurların çalıştığı devlet dairesinde bir yeni mezundur umut. Heves de
onun goygoycusu.” ( s. 21) Anlatı önce sen ile başlayıp sonra bir genellemeye,
yolun başında herkesin öyle olmasına; ardından ise bu genellemeyi yaşayan diğerlerine
dönüyor. Sonrasında yeniden şahsileşerek genellemeyi bu kez betimleme aracılığıyla
bir başka genellemeye dönüştürüyor. “Emekli olmalarına az kalmış memurlar”
“yeni mezun umut” ile birleşirler. “Sen”
hitabının mesafesi bir uzak bir yakına dönüyor böylece. Irmak Zileli’nin
anlatısında benzeri birçok örnek bulmak mümkün.
Anlatıdaki
mesafenin sürekli değiştirilmesinin konuyla da yakından bağlantısı var. Üç
nesil kadının hayatlarının anlatıldığı bu romanda, bu kadınların birbirleri
arasındaki yakınlıklar da öyledir: Kâmile, Hicran ve Didem. Birbirlerine
uzaklıkları fazla olmasına rağmen zaman zaman da şaşırtıcı bir şekilde hatta
ummadıkları yakınlıklarla karşılaşabiliyorlar. Annelerinin hiç beklemedikleri
anıları, benzer zamanlarda benzer tepkiler vermeleri bunlardan biri mesela.
Evden kaçıp annesinin kendisini bulmayan kızın yaşadıkları… Ama durum ve
beklenti aynı olmasına rağmen tecrübe farklılaşıyor. Kız tam annesiyle ortak
bir tecrübede buluştuklarını sandığında buluşmayla değil yeni bir ayrışmayla
karşı karşıya olduğunu fark ediyor. Benzer bir durum hep kitaplara sığınan annesinin
kitaplarından birini okurken karşılaştığı fotoğrafında da var: “ İlk
sorgulamayı kitaplarından birini gizlice eline aldığında yaşamıştın. Bir ayraç
gibi düşüvermişti fotoğraf. Ayraç olarak kullanıyor olamazdı, bitmiş kitaplar
arasındaydı. Kitabın adı ile düşen fotoğraf nasıl da uyumluydu. Fotoğraftaki
kadın ışık doluydu. Siyah beyaz olmasına rağmen… Kapağına yeniden baktın
kitabın: Kadının Işığı. Elindeki
fotoğraf bu kitabın kapağı bile olabilirdi. Trabzan demirine tek ayağı yerden
kesilecek şekilde oturmuş olan annendi. Annen olmasına rağmen, evet, buna
rağmen ışık doluydu. O güne dek annenin yüzünde hiç görmediğin bir kahkaha
vardı. Başını arkaya doğru atmıştı. Gülümsemek değil bahsettiğin, kahkahasını
duyduğunu bile söyleyebilirsin. Kadının ışığı buradan geliyor olmalıydı. Anneni
bir kadın olarak tanımlamak ilk kez o gün gelmişti aklına.” (s.50)
Bu
alıntıda kahramanımızın annesiyle fotoğrafa dair düşünceleri ve fotoğrafta
gördüklerinin zihnindekilerle birleşmesiyle mesafe bir ileri bir geri şeklinde
artıyor ve azalıyor. Nitekim daha romanın başından itibaren Rüya adlı bir kıza
sahip bekâr bir annenin kızına okuduğu masal epigrafıyla açılan roman, anlatı
boyunca Rüya’ya ne olduğunun ya da bir şey olup olmadığının, aslında tüm
anlatılanın bir rüya olup olmamasıyla birleştiriliyor. İşte tam bu noktada bu
mesafe kontrolü biraz sendelemeye başlıyor. Bir annenin kendi çocuğunu öldürüp
öldüremeyeceği ve daha önce anneannenin kendi çocuğunu yanlışlıkla veya bilerek
öldürüp öldüremeyeceği anlatı boyunca askıya alınırken romanın sonunda bu askı
kopuyor. Mesafe kontrolü de bu noktada sekteye uğruyor.
Annelik
ve kadınlık arasındaki mesafenin, arkadaşlarımızın kocalarıyla, babalarımızla,
sevgililerimizle mesafelerin nasıl ne şekilde kurulacağı, kurulması gerektiği
romanda kahramanımızın fantezileriyle, cinselliğiyle, rüyalarıyla ve
gerçeklikle; daha doğrusu birbiri içine geçmiş bir şekilde anlatılıyor. Bekâr
bir anne olarak bir kız çocuğu dünyaya getirip onu annesi dışında bir başka
kadınla, ama yine eşit bir ilişki içinde olmadığı bir başka kadınla, okuldan
bir öğrencisiyle büyüten Didem’in gelgitleri de bu mesafelerle örülmüş romanda
önemli bir ayrıntı. Kendi kızına karşı hissettikleriyle onu birlikte büyütmek
için seçtiği kadın arasında kurduğu mesafe de aslında hiç istemediği halde
kendi annesiyle ve annesinin annesiyle kurduğu ilişki gibi eşitsiz bir ilişkiye
dayanıyor.
Anne
ve kız çocuğu arasındaki ilişkinin başlı başına bir sorunsal olduğunun çok açık
görüldüğü bu romanda, bu ilişkinin neye denk düştüğüne dair birçok kanal
açılıyor. Bu kanal açmada “annelik” ayrıca mesele ediliyor. Kadının doğasında
bulunan doğurganlığın onu yalnızlıktan kurtararak tekilliğe ulaştırdığı ise bir
söylem olarak romanın yapısını da etkiliyor. Sonuçta her şey bir şekilde
annemizle ilişkimize, sonraki adımdaysa aile hayatımıza dayanıyor. Değer
yargılarının oluşumu, bir çocuk sahibi olmakla bu değer yargılarının yeniden
değerlendirmeye tabi tutulması, anneliğin ne olduğu kadar kadının doğasında var
olan bu durumun kurallarla belirlenmesi, kuralların dayatılması, doğallığın
yaşanma koşullarının sınırlarının çizilmesi…. Hayatımızda absürt gibi durmayan
birçok unsurun aslında oldukça absürt olduğunu göstermek gibi önemli bir rolü
var “Gözlerini Kaçırma”nın. Gözlerimizi
görmemizi istenen tarafa değil görmek istediğimiz tarafa çevirmemizi fısıldıyor
bizlere… ve başka bir şeyi daha: Döngüyü kırmayı: “Aslında kimsenin kız çocuğu
doğurduğu yoktu. Doğurulan yeni bir anneydi. Anneannen Kâmile Hanım, senin
anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil. Annen Hicran, Rüya’nın annesini
doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem koyduğu bebeği değil. sen şimdi
bu döngüyü kırdın. Neslin devamına ağır darbe.”
Bu yazı İstanbul Art News Edebiyat'ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.
Açık Radyo Kayıtları 29: Gaye Boralıoğlu II
Açık Radyo'da 12/11/2015 tarihinde Gaye Boralıoğlu ile yaptığımız kaydın linki:
https://archive.org/details/gununveguncelin_12-11-2015
6 Kasım 2015 Cuma
Açık Radyo Kayıtları 28: Gaye Boralıoğlu I
05/11/2015 tarihinde Gaye Boralıoğlu ile yaptığımız kaydın
ilk bölümünün linki:
https://archive.org/details/gununveguncelin_05-11-2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)