12 Kasım 2015 Perşembe

Neslin Devamına Ağır Bir Darbe: Gözlerini Kaçırma



Neslin Devamına Ağır Bir Darbe: Gözlerini Kaçırma


“Gözlerini Kaçırma”, Irmak Zileli’nin ikinci romanı. Kadın yaşamının derinliklerine bir yolculuk niteliği taşıyan bu roman, bir kadının zihninden akıp gelenlerle kurulu olmasıyla ayrıca ilginç bir yapı da arz etmekte.
Roman kahramanı Didem’in “sen” yani ikinci tekil şahıs ağzından kaleme alınmış bu anlatıda kurguyu, onun zihninden geçenler oluşturur. Bu zihinden geçenler zaman zaman Didem’in içsesi zaman zaman rüyaları zaman zaman da bilinçakışıyla verilir. Didem’in erkek dünyası, kadın dünyası ve dahası dünya hakkındaki düşünceleri, onlarla birlikte yaşama değil ancak mücadele etme biçimi de onun zihninden kurguya giden bir yol halini alır. Aslında anlatının bu şekilde kurulmuş olması, yazara iki açıdan kolaylık sağlıyor: İlki “sen” hitabıyla bir mesafe yaratırken okuru zihninin içine sokması ikincisi ise zihnin sarmallarına davet ederek aynı zamanda bu mesafeyi daraltabilmesi. “Sen” hitabının kullanımına romanlarında sıklıkla rastladığımız Ayhan Geçgin’den farklı bir yol seçiyor Irmak Zileli. Geçgin’in romanlarındaki “sen” hitabı her zaman bir mesafeye gönderme yapıyor. O mesafenin azalması için yavaş yavaş kahramana yaklaşmak, onunla birlikte yürümek gerekir. Oysa Irmak Zileli bu hitabı daha romanının başında “başka” bir kadın yaşamı anlatısına davet niteliğiyle kullanıyor. Şöyle ki kitabının adı “Gözlerini Kaçırma”. Yani biz okurlara demek istiyor ki “gözlerini kaçırma”. Çünkü anlatacağı bu yaşam, ki kadının adı da “didem” (dide: göz demektir), genelgeçer kabullerle yaşanılan bir yaşam değil. Bu göz, bize başka bir kadının yaşamını belirli bir mesafeden, daha doğrusu alışılagelenin dışında bir gözden anlatacağını özellikle ifade etmek, hatta bunu vurgulamak için seçilmiş “sen” hitabıyla birleşiyor.
“Sen” hitabının zihnin sarmalarından bir yol açarak anlatıdaki mesafeyi kısaltması ise anlatıya başka unsurların eklenmesini beraberinde getiriyor. Şu örneği inceleyelim: “İlk sevgilinden epey umutluydun aslında. Gerçi, yolun başındayken herkes umutlu olur. Görmüş geçirmişler acemilere bıyık altından güler o yüzden. Bırak derler yanındakilere, hevesini alsın, dokunma. Emekli olmalarına az kalmış memurların çalıştığı devlet dairesinde bir yeni mezundur umut. Heves de onun goygoycusu.” ( s. 21) Anlatı önce sen ile başlayıp sonra bir genellemeye, yolun başında herkesin öyle olmasına; ardından ise bu genellemeyi yaşayan diğerlerine dönüyor. Sonrasında yeniden şahsileşerek genellemeyi bu kez betimleme aracılığıyla bir başka genellemeye dönüştürüyor. “Emekli olmalarına az kalmış memurlar” “yeni mezun umut” ile birleşirler.  “Sen” hitabının mesafesi bir uzak bir yakına dönüyor böylece. Irmak Zileli’nin anlatısında benzeri birçok örnek bulmak mümkün.
Anlatıdaki mesafenin sürekli değiştirilmesinin konuyla da yakından bağlantısı var. Üç nesil kadının hayatlarının anlatıldığı bu romanda, bu kadınların birbirleri arasındaki yakınlıklar da öyledir: Kâmile, Hicran ve Didem. Birbirlerine uzaklıkları fazla olmasına rağmen zaman zaman da şaşırtıcı bir şekilde hatta ummadıkları yakınlıklarla karşılaşabiliyorlar. Annelerinin hiç beklemedikleri anıları, benzer zamanlarda benzer tepkiler vermeleri bunlardan biri mesela. Evden kaçıp annesinin kendisini bulmayan kızın yaşadıkları… Ama durum ve beklenti aynı olmasına rağmen tecrübe farklılaşıyor. Kız tam annesiyle ortak bir tecrübede buluştuklarını sandığında buluşmayla değil yeni bir ayrışmayla karşı karşıya olduğunu fark ediyor. Benzer bir durum hep kitaplara sığınan annesinin kitaplarından birini okurken karşılaştığı fotoğrafında da var: “ İlk sorgulamayı kitaplarından birini gizlice eline aldığında yaşamıştın. Bir ayraç gibi düşüvermişti fotoğraf. Ayraç olarak kullanıyor olamazdı, bitmiş kitaplar arasındaydı. Kitabın adı ile düşen fotoğraf nasıl da uyumluydu. Fotoğraftaki kadın ışık doluydu. Siyah beyaz olmasına rağmen… Kapağına yeniden baktın kitabın: Kadının Işığı. Elindeki fotoğraf bu kitabın kapağı bile olabilirdi. Trabzan demirine tek ayağı yerden kesilecek şekilde oturmuş olan annendi. Annen olmasına rağmen, evet, buna rağmen ışık doluydu. O güne dek annenin yüzünde hiç görmediğin bir kahkaha vardı. Başını arkaya doğru atmıştı. Gülümsemek değil bahsettiğin, kahkahasını duyduğunu bile söyleyebilirsin. Kadının ışığı buradan geliyor olmalıydı. Anneni bir kadın olarak tanımlamak ilk kez o gün gelmişti aklına.” (s.50)
Bu alıntıda kahramanımızın annesiyle fotoğrafa dair düşünceleri ve fotoğrafta gördüklerinin zihnindekilerle birleşmesiyle mesafe bir ileri bir geri şeklinde artıyor ve azalıyor. Nitekim daha romanın başından itibaren Rüya adlı bir kıza sahip bekâr bir annenin kızına okuduğu masal epigrafıyla açılan roman, anlatı boyunca Rüya’ya ne olduğunun ya da bir şey olup olmadığının, aslında tüm anlatılanın bir rüya olup olmamasıyla birleştiriliyor. İşte tam bu noktada bu mesafe kontrolü biraz sendelemeye başlıyor. Bir annenin kendi çocuğunu öldürüp öldüremeyeceği ve daha önce anneannenin kendi çocuğunu yanlışlıkla veya bilerek öldürüp öldüremeyeceği anlatı boyunca askıya alınırken romanın sonunda bu askı kopuyor. Mesafe kontrolü de bu noktada sekteye uğruyor.
Annelik ve kadınlık arasındaki mesafenin, arkadaşlarımızın kocalarıyla, babalarımızla, sevgililerimizle mesafelerin nasıl ne şekilde kurulacağı, kurulması gerektiği romanda kahramanımızın fantezileriyle, cinselliğiyle, rüyalarıyla ve gerçeklikle; daha doğrusu birbiri içine geçmiş bir şekilde anlatılıyor. Bekâr bir anne olarak bir kız çocuğu dünyaya getirip onu annesi dışında bir başka kadınla, ama yine eşit bir ilişki içinde olmadığı bir başka kadınla, okuldan bir öğrencisiyle büyüten Didem’in gelgitleri de bu mesafelerle örülmüş romanda önemli bir ayrıntı. Kendi kızına karşı hissettikleriyle onu birlikte büyütmek için seçtiği kadın arasında kurduğu mesafe de aslında hiç istemediği halde kendi annesiyle ve annesinin annesiyle kurduğu ilişki gibi eşitsiz bir ilişkiye dayanıyor.
Anne ve kız çocuğu arasındaki ilişkinin başlı başına bir sorunsal olduğunun çok açık görüldüğü bu romanda, bu ilişkinin neye denk düştüğüne dair birçok kanal açılıyor. Bu kanal açmada “annelik” ayrıca mesele ediliyor. Kadının doğasında bulunan doğurganlığın onu yalnızlıktan kurtararak tekilliğe ulaştırdığı ise bir söylem olarak romanın yapısını da etkiliyor. Sonuçta her şey bir şekilde annemizle ilişkimize, sonraki adımdaysa aile hayatımıza dayanıyor. Değer yargılarının oluşumu, bir çocuk sahibi olmakla bu değer yargılarının yeniden değerlendirmeye tabi tutulması, anneliğin ne olduğu kadar kadının doğasında var olan bu durumun kurallarla belirlenmesi, kuralların dayatılması, doğallığın yaşanma koşullarının sınırlarının çizilmesi…. Hayatımızda absürt gibi durmayan birçok unsurun aslında oldukça absürt olduğunu göstermek gibi önemli bir rolü var  “Gözlerini Kaçırma”nın. Gözlerimizi görmemizi istenen tarafa değil görmek istediğimiz tarafa çevirmemizi fısıldıyor bizlere… ve başka bir şeyi daha: Döngüyü kırmayı: “Aslında kimsenin kız çocuğu doğurduğu yoktu. Doğurulan yeni bir anneydi. Anneannen Kâmile Hanım, senin anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil. Annen Hicran, Rüya’nın annesini doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem koyduğu bebeği değil. sen şimdi bu döngüyü kırdın. Neslin devamına ağır darbe.”



Bu yazı İstanbul Art News Edebiyat'ın Kasım 2015 sayısında yayımlanmıştır.

Açık Radyo Kayıtları 29: Gaye Boralıoğlu II



Açık Radyo'da 12/11/2015 tarihinde Gaye Boralıoğlu ile yaptığımız kaydın linki:

https://archive.org/details/gununveguncelin_12-11-2015