26 Mayıs 2016 Perşembe
Açık Radyo Kayıtları 56: Şule Gürbüz I
26/05/2016 tarihinde Şule Gürbüz ile yaptığımız programın ilk bölümünün linki:
https://archive.org/details/GununGuncelinEdebiyat26052016sulegurbuzI
20 Mayıs 2016 Cuma
Zaman, Dil ve Mekanik -Şule Gürbüz'ün Coşkuyla Ölmek Adlı Eseri Üzerine-
ZAMAN, DİL VE MEKANİK
-Şule Gürbüz'ün Coşkuyla Ölmek Adlı Eseri Üzerine-
Şule Gürbüz bir dil ustası.
Mesleği olan saat tamirciliğinin de dili üzerinde bir etkisi olmalı ki dili
ince ince işlemek, yeri geldiğinde dile yap-taklar uygulamak konusunda son
derece dikkatli ve titiz çalışıyor. Dil, onun elinde kurulan bir saat gibi zaman
üzerinde tik tak’larla ilerliyor.
Gürbüz’ün dili incelikli
işleyişinde zamanlar arasında gidip gelen bir yapı oluşturması önemli ve bunun
en tipik örneklerinden biri olarak Coşkuyla
Ölmek kitabı gösterilebilir. Bu kitapta yer alan dört hikâyede de Gürbüz,
dört erkeği kendi dilleriyle anlatır. Ancak anlatılarda bu kahramanların
söylemleri, söyleyişleri söylediklerinin önüne geçer:
“Pek eli sıkı biri sayılmam,
niye öyle olayım ki? Ama verecek,
verilenin kıymetini bilecek, minnet duyacak, aldığını iyi yere sarf edecek, hayırlı yerlere kullanacak,
hayırla yâd edecek, verenle vermeyeni, nelere rağmen verenle, neleri olup da
vermeyeni ayırt edecek insana rastlayamıyorum.
Yoksa elbet veririm,
vermez miyim?” (7)
“Şimdi diyeceksiniz ki aklın olsa zaten oğul uşak sahibi olmazdın; ama bunu da
kim diyecek, siz mi? Siz bunu diyecek diyebilecek
adamlar olsanız ben bunları yazacak ıssızlıkta, mecburiyette olmazdım. Aslı bu.
Ama hep de hakikat makamında gidecek
değilim elbet bazen biraz kaykılacağım.”
(39) (vurgular benim)
“Babam Refik İyisoy Kadıköy
Moda’da doğmuş. Civarda bilinen bir Fransız okulunda liseyi bitirmiş. Ama ne
Fransızca konuştuğunu ne bir şey okuduğunu görüp duydum. Hatta fikirleri
hep lisan olarak Fransızcanın aleyhineydi. Öğrenileceğinden de, öğretilebileceğinden
de şüphedeydi… Kalmaktan kastını da hiç tam olarak bilemedim… Zaten tuhaftır, her
şeyi parça parça biliyorum da bildiğim ne, onu hala bilemiyorum.”
(93)
“Eyüp çocukluk arkadaşımdır.
Çocukken de sevmezdim. O bana bayılırdı. Ben muhabbetsizliğimi buna sebep pek
belli edemezdim. Gerçi belli etmek nedir derseniz, şimdi bir şey derim,
lafın sonu gelir. Bu Eyüp hafif
çocuktu, ağırlaşarak hafifliği muhafaza etti, şimdi nedenini söylerim, ama bu
neden beni de o hafifliğe itiverir. Anlamak dururken söylemek, bilmem ama sanki
biraz iğretidir.
Şimdi aynı delikten çıktık, aynı mahalleden ama ben kendimi onunla bir tutmam.”
(143)
Coşkuyla
Ölmek kitabında yer alan dört hikâyenin her birinin başlangıç
paragraflarında doğrudan bir söylemle başlayan bir metin ile karşı karşıyayız.
Burada söylemin kime dönük olduğu net değil, anlatıcı kahraman biz okurlarla
mı, kendi kendisiyle mi yoksa karşısında hâlihazırda bir varmış gibi mi
konuşuyor metnin devamından anlıyoruz. Nitekim kitapta yer alan hikâyelerde
söylem, zaman zaman kahramanların kendi içlerinde bir konuşmaya, kimi zaman
karşısındakine seslenmeye -ancak bu seslenme hiçbir zaman doğrudan seslenme
değil kahramanın kendindeki düşüncelerden çarparak dışarıya akseder şekilde-
kimi zaman suskunluklarla karşılanan dinleme hallerine, oradan bir başka
düşünceye geçme şeklinde ilerliyor.
Yukarıdaki alıntılarda altı
çizilen kısımlar anlatıyı şimdi’de yeniden kuran unsurları oluşturmakta.
İlkinde bu kurgu geniş zamana şimdi ifadesi yüklenerek yapılıyor. Aslında verme
üzerine kurulu anlatıda bir verme işleminin gerçekleşmeye yönelik isteksizliği
herhangi bir şekilde verme isteği uyandıracak birine rastlamamakla
ilişkilendirilip “rastlayamıyorum” şekline dönüştürülüyor. Çünkü şimdiki zaman
ifadesi bir genellemeyle sağlanarak isteksizlik ifadesini bulup geleceğe dair
de bir şey söyler hale geliyor. İkinci alıntıda yer alan şimdi ise anlatıcı
kahramanın geçmişinden getirdiği bir zaman dilimini anlatısına geleceği
destekler bir şekilde “şimdi diyeceksiniz ki” yerleştirilmesiyle sağlanıyor.
Böylece şimdi burada geçmişten gelenin gelecek ile arasında bir durak noktası
haline dönüşüyor.
Üçüncü alıntıda şimdi
geçmişe dair bir anlatının bu kez birinci tekil şahıs ağzından konuşan birinin
başka birini anlatmasıyla başlıyor. Dolayısıyla şimdi, geçmişle yer
değiştirerek anlatıda yerini alıyor. İlkinde -duydum- ilk alıntıda olduğu gibi
genellemeye yönelik bir anlatı ile geçmiş şimdide sabitleniyor, ardından bu
şimdi -biliyorum, bilemiyorum- pekiştiriliyor.
Son alıntıda şimdi, ikinci
alıntıda olduğu gibi geçmişten gelen ile geleceğe uzanan arasında bir durak
şeklinde konumlandırılıyor.
Şimdi, ikinci ve üçüncü
alıntılarda bir durak gibi görev yaparken, birinci ve dördüncü alıntılarda
geçmişten geleceğe uzanan bir yapıyı bir arada taşıyor. Fakat her birinde ortak
olan bir yap-tak işlemine tabi tutulmaları. Nitekim yazımın başında sözünü
ettiğim Gürbüz’ün dildeki ustalığını gösteren yap-taklar olarak bahsettiğim de
bu. Burada görüleceği gibi şimdi, aslında her seferinde başka bir şeyin yerine
konuluyor. Şimdi bir durak vazifesi görüp sabitlendiğinde belirli bir zaman
dilimi olmaktan çıkarak belirsizliğe, geçmiş ve geleceği aynı anda üstlenmeye
başladığına ise geçmiş ve geleceğin işlevini ediniyor; şimdi olması gerekeni
yerinden çıkarıp onu başka bir işlevle oraya yeniden takıyor. Bu aslında biraz,
bir malzemenin başka bir malzemeyle yer değiştirmesi gibi.
Gelecek zaman da bu
alıntılarda şimdi’de olduğu gibi bir yap-tak’a dönüşüyor. Alıntılanan metinlerde
koyu harflerle gösterilen ve ilk alıntıda sürekli tekrar eden gelecek
ifadeleriyle -acak, ecek- geleceğe dair bir şey söylenmiyor; anlatıda geleceğe dair
işaretlerle geniş bir zaman dilimi kurguya taşınıyor; böylelikle anlam, geneli
ifade eder bir hale bürünüyor.
Diğer alıntıda gelecek yine
-acak, ecek şeklinde tekrar eder bir şekilde kurgulanırken bu kez geçmişi de
içinde barındırır şekilde bir tahminden bahsedilip şimdi’de sabitleniyor.
Böylece geçmiş işaretleri şimdiyi perçinler hale gelir. Bu tahmin durumu son
alıntıda -gelir- şimdi’yi kasteder bir şekilde geleceği ifade ederek yine
şimdi’yi sabitler. Üçüncü alıntıda ise geçmişe dair bir söylem içine
yerleştirilen gelecek -öğrenilecek, öğretilebilecek- diğerlerinde olduğu gibi şimdi’yi
sabitlemek için bir araçtır.
Alıntılardaki italik ile yer
alan kısımlar ise belirsizliği sağlamak için kullanılan zaman dilimleridir. İlk
alıntıda -veririm- aslında eylem gerçekleşmeyecektir, sadece gerçekleşmesine
yönelik şartlar ileri sürülür. İkincisinde ise anlatıcı kahraman -kaykılacağım-
anlatıda kendisinin konumuna yönelik bir ifadede bulunmasına rağmen bunun ne
şekilde gerçekleşeceği muğlaktır. Üçüncü alıntıda muğlaklık güçlü bir şekilde
verilir – bilemedim-. Son alıntıda -iğretidir- anlatıcı kahramanın bir durum
karşısındaki tavrı herkesi kapsamayacak bir ifadeyle yer alır. Dolayıyla o da
bir muğlaklığı taşır.
Burada görüleceği gibi daha
başlangıç paragraflarında klasik olarak geçmiş zaman geçmişi, şimdiki zaman
şimdiyi, gelecek zaman geleceği yansıtmaz. Kendi klasik görünümündeki her bir
zaman dilimi oradan çıkarılarak onunla aynı anlamı taşıyan başka bir zaman
dilimiyle geri takılmıştır. Hikâyelerin söylem şeklinde yazılması, anlatıcı
kahramanın konuşmaları, zihninden ve yaşamında geçenleri bir içdökümü şeklinde
sunarak karşısında okur, kendisi vb. gibi bir başkasına hitap ederek yanına
katması da söylemin kurgusal boyutta bir yap-tak’a eşlik etmesini sağlar. Gürbüz,
klasik hikâye, roman vb. tür tanımlarının dışına çıkarak kahramanı, yazarın
anlatısıyla değil kendi anlatısıyla, ama bu tür bir anlatının sürekli altını
çizerek söylemde zaman yap-tak’larıyla gerçekleştirdiğini paralel bir şekilde
kahramanı ve onun sesini her şeyin önüne koyarak kurgusal boyutta da yapar.
Sadece birkaç alıntıyla değindiğim
Şule Gürbüz anlatısının formları altüst eden yapısıyla çok daha geniş bir
incelemeye ihtiyaç duyduğunu belirtip bunun gerçekleşmesini dileyerek…
Not: Bu yazı Kitap-lık dergisinin Mayıs-Haziran 2016 tarihli sayısında yayımlandı. Ancak yazı bir kazaya kurban gittiğinden yazıda italik, altı çizili ve koyu harflerle gösterdiğim kısımların hepsi dergide italiğe çevrilmiş. Bu da yazıyı bağlamından kopardığından buraya asıl halini koydum.
18 Mayıs 2016 Çarşamba
Açık Radyo Kayıtları 55: İlhami Algör II
19/05/2016 tarihinde İlhami Algör ile yaptığımız programın linki:
https://archive.org/details/GununGuncelinEdebiyat19.05.2016Rec.27.04.2016Lhami2
12 Mayıs 2016 Perşembe
Açık Radyo Kayıtları 54: İlhami Algör I
İlhami Algör ile 12/05/2016 tarihinde Açık Radyo'da yaptığımız programın ilk bölümünün linki:
https://archive.org/details/GununGuncelinEdebiyat12.05.2016Rec.27.04.2016Lhami1
9 Mayıs 2016 Pazartesi
Açık Radyo Kayıtları 53: Yalçın Tosun II
05/05/2016 tarihinde Açık Radyo'da Yalçın Tosun ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünün linki:
https://archive.org/details/GununGuncelinEdebiyat05.05.2016Rec.13.04.2016
8 Mayıs 2016 Pazar
Resul Kimdir/Nedir? - Hüseyin Kıran'ın Resul'ü Üzerine-
RESUL KİMDİR/NEDİR?
“Edebiyat
başlı başına ilişkilerle, danslarla, kır gezileriyle ve kazalarla ilgilenmek
yerine manevi durumlarla daha fazla ilgilenmeye başlasa ne olurdu?.. Zihnin
uzak köşelerinde farkında olmadan gerçekleşen gizli kıpırdanışlar, izlenimlerin
hesaplanamaz karmaşası, hayal gücünün mercek altında görülen nefis yaşanışı,
duygu ve düşüncelerin rasgele hareketi, kalbin ve beynin gidilmemiş yollarda
yol bilmez iz bilmez seyahatleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamız
gerekiyor…”
Knut Hamsun
Edebiyatın
zihnin işleyişi hatta zihnin işleyişine direnen bir bedende yeniden var olup
kendine oradan bir bakış atma ihtimali sunma meselesi Hüseyin Kıran’ın Resul romanında kitabın baştan sona tüm
meselesini oluşturuyor. Tabii mesele bu olunca Resul’ün kendini nasıl anlattığı,
anlatmaya çalıştığı kimi zaman da susması ancak o sustuğu zamanlarda bile
konuşmak, haykırmak için bir yol bulmaya çabalaması Kıran’ın metnini bir
anlatma/anlatamamama eksenine dönüştürüyor.
Resul,
Resul olan ben, Hafize Kadın, Hafize annenin kocası, Mahir, Işıl… Hiçbiri roman
boyunca tam olarak betimlenip okurun gözleri önüne getirilmiyor. Her şey, tek
bir şey dışında her şey muğlak: İşkence…
Resul
yaşamaktan, yaşıyor olmaktan, bedeniyle zihni arasına konulan engellerden,
köpekleşmekten, insanlaşmaktan, iç organlarına dokunup onu ele geçirmeye
çalışan kimi zaman kendi kimi zaman başkası görüntüsündeki eziyetten hiçbir
zaman ari kalmıyor.
Kendi
bedenini bir ev/hapishaneye çeviren dışarısı ve kendi içi onu sürekli oyup bir
başka şeye dönüştürüyor: Önce bir köpek sonra ise tamamen kendinden kendini
icat ettiği bir heykel ve sonrasında nesnelere sıçrayıp onlara dönüşebilen bir
madde… Kendisinden akışkan bir madde gibi bahsediyor sürekli. Bu yüzden bilinç
ile beden arasında durmadan sınırlar çiziyor. Romanın sonunda kendisinden bir
heykel ve sonra akışkan bir nesne yaratabilmesi belki de sonunda sırf bilinç
olmayı başarabilmesi… Nitekim beden ve bilinç arasındaki bu ayrımın yaşamda bir
sorun yarattığı da gerçek ve romanın daha başlangıcında bu ikisinin savaşı
karşımıza çıkıyor: “Hiç tartışmadan bilmeden ölçmeden yaşamalı. Bir beden olarak.
O zaman acı da olmayacak. Sadece yaşamak olacak. Acıyı işe karıştırmamalı, ya
da eğer bilinci susturamıyorsak gövdenin yaşaması bastırılmalı; salt bilinç
olarak kalmalı. Bilinç bedenden, beden bilinçten haberli olduğu sürece,
birbirleri hakkında bildikleri düşündükleri eleştirebildikleri doğru buldukları
yanlış buldukları değişmek ve değiştirmek istedikleri dışladıkları ve
benimsedikleri olduğu sürece yaşamak zor.” (15)
Yaşamanın
zorluğu romandaki anlatıcı karakterin anlatımını da zorlayan bir durum.
Resul’ün anlatısındaki muğlaklığın kendini en çok hissettirdiği yerler bilincin
silindiği veya anlatıcının zihninin karıştığı yerler. Anlatıcının zihninin
karıştığı yerlerde sık sık anlatı birinci şahıs ve üçüncü şahıs arasında gidip
geliyor. Burada genellikle önce 3. şahıs anlatıyla dışarıdan kendine bakıyor,
sonra oradan kendine atlayarak içe, 1. şahsa geçiyor:
“Kadının
yüzü katılaşıyordu Resul’ü süzdükçe. Düşmanca, kindar bir ifadeye büründü
yemeninin çevrelediği yüz. Bir daha hiç unutamayacağı bir an yaşıyormuş gibi
dikkatliydi. Buruşuyordu gitgide. Gitgide hırçınlaşıyordu hali tavrı, hemen bir
iey yapılmazsa iğrenç bir noktaya dönüşecek, kıllı bir et parçasından ibaret kalacaktı.
İçeri çekilip hızla çarptı kapıyı.
Peki,
şimdi ne yapmalı? Yatağa dönecek… tatlı tatlı tatlı… ılık yumuşak saracak…
hayır! Yok uykum ki! Acıkmış karnı. Ona yiyecek verecek. Yiyecek. Ekmek. Ben
ekmeği ne zaman gördüm en son? Akşam, Şimdi?” (19)
Yukarıdaki
alıntıda ve bir önceki alıntıda görüleceği üzere anlatıcının zihni karıştığında
noktalama işaretleri bir anlam taşımamakta, sözcükler ardı ardına dizilmekte.
İkinci alıntıda ise ikinci paragrafta kendisi, olanlar üzerine düşünmeye
başladığında bulanıklaşan zihnin aksinde ilk paragraftaki anlatıcının keskin
görüşlülüğü ve netliği, betimleyici tavrı öne çıkıyor. Nitekim romanın sonunda
akışkan bir maddeye dönüşebilen anlatıcı karakter, romanda sürekli olarak
sevimsiz bir şekilde anlatılan Mahir’in bedenine girdiğinde sadece bir et
yığınından bahseder. Bilinç bile bu bedeni harekete geçirmeye yetmez. Burada
Mahir, aynı zamanda anlatının üçüncü şahsa geçtiğinde dışarıdan gören,
betimleyen, otoriter bakış açısının içeriye girdiğindeki pislik ve kofluktan
ibaret bir et yığını olmasıyla yukarıdaki alıntıdaki ilk paragraftaki
anlatıcının tutumuna da bir gönderme yapar. Roman boyunca anlatının sık sık yer
değiştirmesi, bir gören ve bir duyan şeklinde nitelendirebileceğimiz iki
anlatıcı arasında gidip gelmesi de romanın bu dönüşümün ilerleyen bir
zincirdeki halkalar gibi yavaş yavaş gerçekleşmesiyle ilerleyen bir yapıya,
aslında Resul’ün sonrasında dönüştüğü kendine dışarıdan bakarken içeriye girip
kendi yaptığı katı bir heykel olmasıyla da paralellik gösterir.
Kendine
bir ev, barınak, koza yapmak isteyen Resul’ün benliği, anne karnındaki bebeğin
aldığı şekildeki pozisyonuyla bir yeniden doğuş gerçekleştirme çabasının kendisini
de bertaraf eder. Çünkü kabuk bağlayarak korunmaya çalışmasına rağmen bilinç ve
beden uyumsuzluğu bu yeniden doğuşu sekteye uğratmakta, ancak dönüşümü, bir
başka varlığa, unsura transfer olmayı mümkün kılabilmektedir. Köpek olarak
yaşadıkları, hissettikleri ve duydukları bir yeniden doğuştan çok
zorunlu/gönüllü dönüşümün bedende yarattıklarını gözler önüne serer. Anlatıcı
bize her şeyi bir köpek bilincinden anlatmaya başlar; köpekliğin bedenindeki
izlerine, bilincin izlenimlerinden daha sonra ulaşırız. Bu şekilde, anlatı bir
sonraki aşamaya hep, birden geçiriliyormuş gibi gösterilmesine rağmen bir
yavaşlık hatta zaman zaman duraksamalar da edinilir. Bu duraksamalar zihnin
iyice bulanıklaşmasıyla yavaşlıktan hızlılığa doğru terfi edecektir: “Önce bir
cam duvara kadar yüzüyor sonra küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara
ulaşıyor sonra küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara ulaşıyor sonra
küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara ulaşıyor sonra küçük kanat
hareketleriyle dönüyor hep aynı şeyleri yapmanın sonsuz boşunalığının eriten
rahatlatıcılığı; hep aynı yemi yemenin hep aynı saatte verilmiş ki – aç kalmak
yoksa hiç, nasıl doyulur?- sonra hep aynı boyalı kayanın delikli girintilerini .”
(31)
Kendinin
bedenden koparmak, bu koparmayı sağlamak için yaşamda soluk almaksızın
debelenmek ve sonunda Daire’nin ya da “dairenin” içinde hapsolmak, oradan
kurtulmaya çalışmak, bir ben olmak, ağacın toprağında kendine bir yer bulmaya
çalışmak… Bunların hem tek tek hepsi hem de bir arada hepsi Resul… Dişlemek,
yutmak, soğurmak, sindirmek, kanamak, yemek… Bu eylemlerin aynı zamanda edilgen
tüm halleri.... isteği ve kaçma, uzaklaşma durumları…
Bu
yazı, Resul için sadece bir
başlangıç… Hüseyin Kıran, Resul ile
Türkçe edebiyatın ender kitaplarından birine imza atmış. Okurunu çok
düşündürecek bir roman Resul…
Bu yazı İstanbul Art News Edebiyat'ın Nisan sayısından yayımlanmıştır.
1 Mayıs 2016 Pazar
Açık Radyo Kayıtları 52: Yalçın Tosun I
28/04/2016 tarihinde Yalçın Tosun ile yaptığımız programın ilk bölümünün linki:
https://archive.org/details/GununGuncelinEdebiyat28.04.2016
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)