“SÖZ,
BAKIŞ, DAVRANIŞ”: UZUN BİR ÖMÜR İÇİN UZUN BİR ELBİSE


“Uzun
Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise”, başka dünyada yaşayan karakterlerin hayatlarını
yazan bir yazarın hayatına sızan bir roman. Fuat’ın romanın başında yazara
anlattıkları, onun anlatımıyla bizim okur olarak karşımıza çıkıyor.
Romanı
okurken birçok kez aklıma Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Yaz Yağmuru” hikâyesi geldi.
Yabancı bir kadına yıllardır birlikteymişçesine hissedilen yakınlık, bedenin
her hareketinin, ağızdan çıkan her kelimenin neredeyse kaydedilmeye, hafızada
tutulup sonrasında yeniden hatırlanmak için bir yerlerden rahatça çıkabilecek
şekilde yerleştirilmesine benzer bir durum, “Uzun Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise”
romanında da var.
Fuat,
uzun zamandır aşık olduğu Lina’yı aslında ilk defa tanıyormuş gibi bir bakışla
bakıyor ona her seferinde. Romanın temel düğümlerinin başında bunun geldiğini
düşünüyorum. Lina’nın babasının Varlık Vergisi sonucu vergisini ödeyemediğinden
Aşkale’ye sürülüp orada zatürreden ölmesinden sonra değişen hayatı, dünyaya
bakışı, bir ülkenin kendi içine bakışı, Fuat’ın hayatına bakışı, Seher’in,
Ayla’nın Fuat’a ve kendilerine bakışı, Lina’nın etrafına bakışı… Ancak bu
bakış, görülenden çok görülmeyen, hayallerle, düşüncelerle beslenmiş bir bakış.
Özellikle Fuat ve Lina’nın bakışları, içlerindeki dünyanın dışarıya yansıması
şeklinde ortaya çıkıyor. Nitekim bu nokta romanda Lina’nın bedensel ve zihinsel
durumuna dair değişiklikler önemli bir ayrıntı oluşturuyor.
Lina,
babasının Aşkale’de ölmesinden sonra felç geçiriyor ve üç yıl bu halde kalıyor.
Sonrasında bedeni iyileştiğinde ise bu sefer de aklı ona bir oyun oynuyor ve
gördüğü herkesi aynı kişi yani Fuat zannetmeye başlıyor; ardından önce kısa
sonra uzun süren zihin karışıklıkları yaşıyor. Beden ve aklın bu şekilde hep
bir iyileşme süreci içinde olması, neredeyse biri onarılırken diğerinin felç
olması hali bakışın nasıl bir onarma/onarılma ve görme/görülme durumunda
olduğunu ortaya koyuyor.
Fuat’ın
Lina’ya olan aşkında ve Seher’e olan tutkusundaki kendine has özellikler
taşıyan bakış, beden/akıl ayrılığı, ama farklılığı değil, öncelikle Lina ile
evlenme kararında ortaya çıkıyor. Fuat, Lina’yı ona ulaşmak imkânsız olduğu
için sevip arzularken her defasında hayallerinde ve düşüncelerinde ona olan
saplantısını beslemek için yeni unsurlar bulmayı ihmal etmiyor. Böylece her
durumda kendisi için tutkulu bir hal yaratmayı başarıyor. Lina’da yaşadığı
aşktaki bu aklî ve ruhî durum, Seher’de onun bedeninde giderilen tensel
zevklere dönüştürülüyor. Seher’de de kendini, düşüncelerini bedenin ona verdiği
arzulara hapsetmeye çalışıyor.
Bakışa
roman boyunca eşlik eden temel unsur, müzik. Romanımızın başkahramanı bir
müzisyen. Hayatının en ince ayrıntılarını çok da tanımadığı bir başka müzisyen
Ayla ile paylaşıyor ve karısını, Lina’yı iyileştirmek için kullandığı yöntemler
arasında müzik terapisi de var ve tabii ki fizyoterapi de. Biri onun ruhuna
diğer ise bedenine hitap ediyor. İki terapi birlikte Lina’yı iyileştiriyor.
Müzik,
beden/akıl/ruh ilişkisine paralel bir başka ilişkiyi söz/dil ilişkisini
getiriyor. Fuat’ın bakışında hayat, düşüncelerle ve hayallerle, algılarla,
algılardan ona kalan gölgelerle beslendiğinden çoğu zaman ağzından çıkan
kelimeler ile yüzünün ifadesi ve bakışları birbirinden tamamen farklı şeyler
söylüyor. Aynı durum Lina için de geçerli. Böylece bakış/dil arasında tıpkı
akıl/beden ayrılığında olduğu gibi bir konum ortaya çıkıyor, daha doğrusu buna
bağlantısızlık demek daha doğru. Böylece dil/beden ve bakış bir araya gelip
konum alamadığından tutarlı bir davranış da ortaya çıkmıyor. Lina’nın vücudunun
parçalanan uzuvları gibi hepsi bir yere dağılıp gidiyorlar. Bu yüzden Lina’da
hep bir hareketsizlik var: Önce bedeninde sonra zihninde. Babasının acılarıyla
yüzleşmek için onun mezarını bulmaya Aşkale’ye gittiğinde bir rahatlama
hissediyor ama kendisini sağaltması imkânsız, çünkü bağlantısız bir şeyi
birleştirmek geçici bir çözüm. Asıl bağlantı bulunmadığı sürece bağlantısızlık
hep devam edecek. Fuat ve Lina’nın ilişkileri de öyle. Bir arada yaşamalarına
rağmen o kadar bağlantısız bir halleri var ki merdivensiz, çok katlı bir eve
benziyorlar. Bu sebeple romanda müziğin kişide uyandırdığı izlenimler, duygu
durumları cinsellikle paralel olarak bir aktarım şeklinde ortaya çıkıyor, fakat
bu aktarımın da bir karşılığı yok. Dolayısıyla müzik bağlantıyı sağlamaya
yetmiyor. Bu noktada romanda Varlık Vergisi sebebiyle yaşanan acılara dair
göndermelerde de benzer bir durum var. Fuat, Lina’yı ne kadar severse sevsin
onun bir Yahudi olduğunu hatırlamaktan zaman zaman kendini alamıyor. Olup
bitene karşı olmasına rağmen doğrudan aktif bir hareketine de rastlanmıyor.
Sadece rahatsız olduğunu biliyoruz. Anlatısında ülkenin o zamanki halinin
acılığı, yaşananların bıraktığı derin travmaya dair izlenimler var, ama bunlar
donuk birer manzara gibi. Burada da söz, bakış ve davranış birleşmiyor.
Anlatıdan dökülen kelimeler yaşayan değil kadavra halindeki bir bedenden
çıkıyormuş gibi bir izlenim halinde. Bu, romanın üslubunu da etkiliyor.
İmgeler, betimlemeler bol miktarda kullanılıyor. Bir şeyi anlatmak için başka
birçok yol bulunuyor. Başka hikâyeler, başka hayatlar….
Romanın birçok yerinde Fuat’ın kendi hayatı
üzerine düşünmesi söz konusu. Bu tefekkür hali onu yaşadığı hayatın dışına
fırlatıyor. Fakat kendine dışarıdan bakmak yerine içeride kalmayı hatta
mümkünse daha fazla dibe gömülmeyi tercih ediyor. Bu yüzden dışarıda olup biten
de çoğu zaman sır olarak kalıyor. Örneğin Seher’in hayatının gerçek yüzünü,
Lina’nın babasının Aşkale’ye nasıl gittiğini, Ayla’nın hayatının içyüzünü,
Lina’nın evden çıktığında nereye gittiğini… Fuat bunların hiçbirini bilmiyor,
göremiyor. Tüm olanları ona başkaları gösteriyor. Ancak başka birisi gerçekliği
işaret ettiğinde uykudan uyanır gibi bir hal ortaya çıkıyor. Bir arkadaşı
Lina’yı başka bir erkekle gördüğünü söylediğinde bile hemen harekete geçmiyor,
önce düşüncelerinde ve hayallerinde ne olup bittiğini kavramaya çalışıyor; ancak
sonra karısını takip edip gerçekte ne ile karşılaşacağına odaklanabiliyor. Tam
da bu noktada kitabın başındaki Feridüddin-i Attar epigrafı akla geliyor: “Bu
dünya benzer söyleyeyim mi?/ İnsanın rüyasında gördüğü şeylere.”
“Uzun
Bir Ömür İçin Uzun Bir Elbise”, özellikle Doğuya has, gizemli bir anlatı
havasına bürünmüş. Anlatı, masal atmosferine dramı eklemiş. Bir de metne yazar,
bir nevi anlatıcı ilave edilince birçok oryantalistik öge bir araya gelmiş.
Romandaki anlatıyı oluşturan temel unsurlar da bunlar. Masal söze, dram
davranışa, bakış anlatıya denk düşüyor gibi, aradaki bağlantıyı sağlayan
anlatıcı, perdenin arkasından konuşan bir günümüz yazarı aracılığıyla okura
sesleniyor. Böylece rüya/hayat göndermesi bol miktarda yapılıyor. Bunların
birçok defa kullanılmış unsurlar olduğunu ise aklımızda tutmamız gerek. Dolayısıyla
çok tanıdık bir anlatı başka karakterlerin ağzından bize yeniden anlatılıyor.
Bu yeniden anlatışta ülke ve yaşanan acı tecrübeler metaforlarla süsleniyor ama
bu da anlatıyı tanıdık kılmaktan uzaklaştırmıyor. Tanıdık olması bir sorun
değil tabii ama bu tanıkdıklığı farklı kılan unsurun olmaması bir sorun.
Yazarın üslubuna bu ayrılık eklenseydi bağlantısızlıklar da ortadan
kalkabilirdi. Yine, Fuat’ın kendisini asmış halde bulduğu marangoz Nedim’i
gördüğünde bir ölüm halinin insanda uyandırabileceği soğukkanlılığa da
ekleyerek sonrası geleceğini düşünüyoruz, çünkü yazar bize Nedim’in çok acı bir
hayatı olduğunu söylüyor, ama gelmiyor, ya da Lina’nın Fuat’ın gözünden bir
Yahudi gibi davrandığının anlatıldığı kısımlardaki Hürrem benzetmesi, roman
içinde neye denk düşüyor çok açık değil. Burada Fuat hayatını bir başka yazara
anlattığı için onun söylemi böyle diye düşünülebilir ama bu, söylemde anlatının
bütünü ile uyuşmayan durumlar yaratıyor.
İnan
Çetin üslupçu bir yazar. Bu üslubu ince ince işlemeyi seviyor. “Uzun Bir Ömür
İçin Uzun Bir Elbise”, iyi bir üslupla yazılmış, Doğu’nun birçok yazarına
göndermeler yapan bir metin.
Bu yazı için bkz. v
İstanbul
Art News (Edebiyat),sayı: 5, Ocak
2015, s. 27.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder