HERCULE POİROT’NUN DÖNÜŞÜ: MONOGRAM CİNAYETLERİ
Yeni
Hercule Poirot romanı İngilizlerin meşhur ve parlak yazarlarından aynı zamanda
bir şair de olan Sophie Hannah tarafından Monogram
Cinayetleri adıyla 29 ülkede aynı anda piyasaya çıktı.
Hannah,
yeni bir Hercule Poirot romanı yazmaya karar verdiğinde Arthur Horowitz’in yeni
bir Sherlock Holmes romanı olan The Silk
of House’u okumaya karar vermiş ve romanın daha 30. sayfasında, evet bu
gerçek bir Sherlock Holmes romanı, diye düşünmüş. Sonrasında kendisi de hissettiği
bu duyguyu okurlara yeni Hercule Poirot romanında yaşatmak istemiş. Christie’nin
üslubunu tam olarak taklit edemeyeceğini düşündüğü için de kendisine
Christie’nin daha önceki romanlarında olmayan bir anlatıcı yaratmayı tercih
etmiş ki bence oldukça akıllıca bir yöntem.
Sophie
Hannah, şüphesiz çok sıkı bir Christie hayranı ve okuru. Kendi ülkesi İngiltere’de
ve dünyada, yazdığı psikolojik gerilim türünde polisiyelerle çoktan kendini kabul
ettirmiş bir yazar.
Agatha
Christie Vakfı’nın yeni bir Hercule Poirot romanını piyasaya çıkarmak istemesi
başlangıçta biraz şaşırtıcı gibi görünebilir. Bu işin biraz piyasa kaygısıyla
yapıldığı da düşünülebilir. Vakıf, hâlihazırda basılan birçok dildeki Christie
eserleri, dizi, film ve tiyatro uyarlamalarıyla hayli iyi durumda olmasına
rağmen gün gelir hatırlatmak yerinde olabilir diye de düşünmüş olabilir. Hiç
şüphesiz yeni bir Hercule Poirot romanı Christie’nin yeniden gündeme gelmesi
için bir fırsat ve tabii ki çok satması için de. Her ne olursa olsun bir Agatha
Christie okuru olarak Monogram
Cinayetleri’ni büyük bir heyecanla karşıladığımı belirtmeliyim.
Monogram Cinayetleri
1929 yılının şubat ayında Londra’da geçiyor. Karakterin ilk göründüğü kitap olan
1920 tarihli The Mysterious Affairs at Styles’tan
(Styles’taki Gizemli Olaylar) dokuz yıl sonra. Tabii bu kitapla birlikte Hannah’nın
kendi romanı için yarattığı yeni bir kahraman olarak Catchpool isimli çocukluk
travmalarıyla dolu, kendi içine dönük bir Scotland Yard dedektifi de Poirot’nun
yanı başında yerini alıyor.
Poirot’nun
hikâyesi daha önce birçok macerada olduğu gibi bir başka kişi tarafından okura
sunuluyor. Poirot ile ilk karşılaşmamız ise bir kafede yemeğini yerken heyecan
içinde, korkan ve kendisinin öldürüleceğinden emin, ama bunu kesinlikle hak
ettiğine inanan genç bir kadının ortaya çıkmasıyla neredeyse aynı anda
gerçekleşiyor. Tabii Poirot hiç değişmemiş. Son derece aksi, titiz ve
müşkülpesent.
Kafedeki
bu karşılaşma ile daha en baştan yazarın bizi büyük bir gerilimin içine
atacağını biliyoruz. Nitekim kitabın sonuna kadar tansiyonun oldukça yüksek
olduğunu söylemeliyim. Ayrıca Christie’nin birçok romanında yaptığı tam da
cinayetin çözüldüğü, bütün ipuçlarının deşifre edildiği düşünülürken birden
aslında hiç de öyle olmadığını, ipuçlarının aslında bize çok daha başka şeyler
anlatmaya çalıştığını görüveriyoruz. Bu noktada Sophie Hannah’nın Christie’ye
özgü bu karmaşık yapıyı romanına oldukça iyi yerleştirdiğini söylemeliyim.
Fakat burada bir yazar olarak onun başka bir yazarın kodlarını çözmekteki
ustalığından da bahsetmek gerek.
Agatha
Christie birçok romanında Shakespeare’e göndermeler yapar. Shakespeare’in
eserlerindeki trajedi, Christie’de çarpıcı bir ipucuna dönüşür. Sonra bunu
olduğu gibi okurun gözünün önüne bırakır ama bu olduğu gibide bir körleştirme
de söz konusudur. Nitekim Christie’yi bütün dünya edebiyatında özel kılan
unsurlardan biri de okuru körleştirme konusunda son derece başarılı olmasıdır.
Her ne kadar kült kitabı ve polisiye edebiyat tarihini altüst eden eseri Roger Ackroyd Cinayeti, Pierre Bayard tarafından
yanlış bir çözümleme yapmakla suçlansa da bu, örneğine çok rastlanır bir durum
değildir. Ayrıca Bayard’ın Roger
Ackroyd’u Kim Öldürdü? kitabında beni Christie kadar ikna etmemiş olduğunu
da belirtmeliyim.
Tekrar
körleştirme meselesine dönersek. Agatha Christie’nin okuru körleştirme
becerisinde Shakespeare’den öğrendiği bir şey var: Trajik olanı okurun gözünün
önünden yavaş bir salvoyla çekip acının zirvesini sona saklamak. Sophie
Hannah’nın sadece bir yazar olarak değil bir okur olarak da bu noktada
Christie’yi çok iyi çözümlediğini kabul etmek gerek. Monogram Cinayetleri’nde her tarafa yayılmış Fırtına izleri, romanı tam bir Fırtına’ya çevirmiş. “Cehennem
bomboş, şeytanların hepsi aramızda” alıntısıyla romanda da somutlaşan bu durum,
Sophie Hannah’nın ruh halini de gözler önüne sermesi açısından ilginç.
Öncelikle yarattığı kahraman Catchpool’a bakalım. Travmatik çocukluk. Bu travma
özellikle ölüme yönelmiş durumda. Neden? Çünkü uzun bir süre ölümle pençeleşen
büyükbabasıyla aynı ortamda bulunmak zorunda kalması yetmiyormuş gibi bir de
öldüğünde onun elini tutmak zorunda bırakılmış. Bu sebeple son derece özenle
yerleştirilmiş cesetlere baktığında hep bu sahneyi hatırlıyor ve rahatsızlık
duyuyor. Burada yazarın küçük bir bilinçaltı yansıması var. Başka bir yazarın
eserini devam ettiren bir başka yazar, ondaki düzen ve mükemmelliği bozmaktan
korkuyor olabilir mi! Neden olmasın? Bunu bu şekilde kahramanına yansıtmış
olması ise son derece zekice. Diğer taraftan Poirot’nun katil(ler)i açıkladığı
final bölümünde oldukça kalabalık bir toplulukla karşılaşmamız da Hannah’nın
Christie’ye roman içinden gönderdiği kocaman bir alkış gibi. Tabii burada bu kitabı
okuyacak okurları da unutmamış. Bu kalabalık aynı zamanda Christie’nin
metninden ama bu sefer başka bir yazarın kaleminden onun okurları olarak da
cisimleşiyor.
Hannah’nın
kitabında Agatha Christie’nin birçok kitabına gönderme yaptığı da gözden kaçmıyor.
Romanda geçen Bloxham Oteli, Agatha Christie’nin bir başka dedektif kahramanı Marple’ın
Bertram Oteli’ni hemen akla getiriveriyor. İngiliz taşrası Christie’nin birçok
romanına esin kaynağı olmuş bir mekân, üstelik bir papazın içinde bulunduğu bir
taşra Murder at the Vicarage’da (Papazevi’nde
Cinayet) rastladığımız bir mekân. Cesetlerin ağızlarına konulan monogramlar The ABC Murders’a (ABC Cinayetleri),
romanda oldukça yer kaplayan aşk ve sanat ilişkisi Five Little Pigs’e (Beş Küçük Domuz), cesetlerin bulunduğu odanın
içeriden kilitlenmiş olması, The Body in
the Library (Kütüphanedeki Ceset) ve
Cards on the Table, (Masadaki
Kartlar) cinayetin uzun yıllar öncesine bağlanması ise The Sleeping Murder’a (Uyuyan Ölüm) göndermeler yapıyor. Tabii
bunlar benim ilk aklıma gelenler. Eseri daha yakından okuduğumuzda çok daha
fazla Christie göndermeleriyle karşılaşacağımız muhakkak.
1926
yılının bir kış gecesinde kocasıyla kavga eden Agatha Christie evinden çıkar ve
kaybolur. Yaklaşık 1000 polis görevlisi ve 15.000 gönüllü onu bulmak için
seferber olur. Sonunda Agatha Christie on gün sonra Yorkshire’de bir otelde
bulunduğunda olanları hatırlamadığını söyler. Bu hatırlanmayanlar Sophie
Hannah’nın yeni Hercule Poirot’sunun ortaya çıkışındaki bir başlangıç olabilir.
Bu boşluk kim bilir belki daha birçok yazar tarafından yeniden doldurulur.
Umarım doldurulur.
Sophie
Hannah, Monogram Cinayetleri, çev.
Çiğdem Öztekin, Altın Kitaplar, 398s.
Bu yazı için bkz. Cumhuriyet Kitap, 9 Ekim 2014, s. 10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder