BİR
İHTİMAL DAHA VAR: O DA ÖL(DÜR)MEK Mİ DERSİN?
Yıllar
önce sosyolog bir arkadaşım, Tarlabaşı’nda kadınlarla ilgili bir araştırma
yapıyordu. Kadınların gündelik hayatları ve gündelik hayatlarında yarattıkları
stratejiler üzerine inanılmaz şeyler anlatıyordu. Bir gün oldukça şaşkın bir
şekilde yaptığı bir tespiti anlattı. Kadınlar yarattıkları stratejilerde ve
kendilerine dair kurdukları anlatılarda en çok televizyonda izledikleri
reklamlardan etkileniyorlardı. Bunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Tabii o zaman
henüz televizyonlarda diziler bu kadar çok değildi, eminim şimdi aynı araştırma
yapılsa bu sefer de dizilerdeki hayatların kadınları nasıl etkilediği ortaya
çıkacaktır. Kim bilir belki çoktan yapılmıştır bile. Arkadaşımın o zaman için
görüşme yaptığı Tarlabaşı’nda oturan kadınların çoğu İstanbul’a göç etmiş
yoksul kesimi oluşturuyordu. Bugün Taksim’in değişen ve yok olan birçok
unsuruyla birlikte bu kadınlar da oradan başka bir yere bu sefer şehir içinde
bir göç sonucu yaşamlarını sürdürmeye
devam ediyorlar.
O
zaman arkadaşımın anlattıkları arasında en çok dikkatimi çeken kadınların
gündelik hayatta yarattıkları stratejiler olmuştu. Bu konu, Seray Şahiner’in
son kitabı “Antabus”u okuduğumda ilk aklıma gelen şey oldu. Televizyonun
kadınların hayatındaki rolü Şahiner’in romanında o kadar önemli bir yer kaplıyor
ki. O yüzden yazımın başlığı da olan bir ihtimal daha var durumunu romanımızın
kahramanına veren tek şey televizyon. Ne bir arkadaş ne tekrar hamile kalmamak
için harcadığı çabalar ne gidebileceğini sandığı sığınma evi. Sadece
televizyon… Hem sığınağı hem arkadaşı.
Televizyon
sesi Şahiner’in diğer eserlerinde de kullandığı başat bir unsur. Filmlere
benzeyen, filmler gibi yaşanılabileceği bir dünya kuran, buna kendi anlatısında
sürekli yer veren yazar, “Antabus”tada da bunu yine başat bir unsur olarak
kullanıyor. Televizyon sesinin hayatımızın her aşamasında bu kadar içimize
işlemediğini düşünmek zor. Şahiner’in eserlerinde bu durum eğer kahramanımız
olan kadın okumuş bir kadını temsil ediyorsa Türk filmleri sahneleriyle kendi
hayatını birleştirirken, okumamış yoksul kadınlarda televizyon sesinin bir arka
fona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Sadece televizyon da değil, ilaç
prospektüsleri, formlar, sözlükler, overlok makineniz ayağınıza geldi
şeklindeki reklam sesleri de kahramanların hayatlarının her tarafına saçılmış
durumda. Sürekli bir dışarıdan ne olduğunu, nasıl olacağını bize anlatan başka
başka sesler hayatımızın içine ama en çok film ve dizilerden zihnimizde kalan
seslerle, görüntülerle giriyor. Bunların iki yönlü bir duruşu var: İlki gereksiz
ve gürültü halinde ikincisi ise gerekli ve kurtarıcı halinde. İlkinde bu
yaşamımızın bize ait olmayan yanlarına gönderme yaparken ikincisinde bize dost
olan, anlamlandırmamıza gerek kalmayan ama yanımızda olmasında da rahatsız
olmadığımız bir unsura işaret eder. Her durumda ortak olan ise varlığıdır. Bizim
bu varlık ile nasıl yaşadığımız ise bize kalmış…
Seray
Şahiner’in eserlerinde dikkati çeken temel özelliklerden biri kadınların
sınıfsallığı. Anlattığı kadınların sınıfsal konumları yazar tarafından oldukça
ayrıntılı bir şekilde çiziliyor. Dahası bunların çoğu yoksul kadınlar. Yukarıda
belirttiğim gibi bu kadınların bir kısmı okumuş bir kısmı da okumamış. Okumuş
ve okumamış olarak ayırıyorum, çünkü bu
ayrımın yarattığı kadın kahramanlarda Şahiner için önemli olduğunu düşünüyorum.
Örneğin okumuş kadınların çoğu, kadın dünyasına daha uzak bir yerden bakıp
hayatlarında hep peşlerinde koştukları bir erkek olmasına rağmen birbirleriyle
neredeyse hiç iletişime geçmeyen kadınlar. Hayatlarına giren erkekler son
derece pespaye ama buna rağmen bu okumuş kadınlar bu pespayelikten kendilerini
çekip çıkarma gücüne sahip değiller. Kadınlar arasında erkekler yüzünden bir
iktidar ilişkisi var, birbirlerini anlamaya pek çalışmıyorlar. Bu durum “Antabus”ta
değişmiş. “Antabus”ta aynı erkeğe aşık olan Leyla ve Necibe sonunda dost olup
birbirlerini gayet iyi anlayabiliyorlar. Okumuş kadınların okumuş erkeklerin
pespayeliğine rağmen onlardan kopamamaları çok anlaşılır değil. Ancak asıl
anlaşılmayan özelikle “Hanımların Dikkati”ne kitabında yer alan Sibel, Nergis
ve Elif’in aynı evde yaşamalarına rağmen neredeyse hiç diyalogda olmamaları. Bu
iletişimsizlik çok anlaşılabilir gerekçelerle okura sunulmuyor.
Diğer
taraftan Seray Şahiner’in yoksul ve okumamış kadınları anlatmakta çok başarılı
olduğunu söylemeliyim. Örneğin “Hanımların Dikkatine” kitabının ilk hikâyesi “Ceylan
Yürüyüşü” Şahiner’in edebiyatı açısından önemli bir yere sahip. Nitekim “Antabus”ta
bu türden okumamış, taşradan göç etmiş bir kadının hayatını anlatmayı seçmesi
oldukça isabetli bir seçim olmuş. Leyla Taşçı karakterinin son dönem Türkçe
edebiyatta çizilmiş en iyi kadın karakterlerden biri olduğunu tartışmasız
söyleyebiliriz. Leyla’nın yaşamının trajedisi, kronik hale gelen mutsuzluğu,
başına erkekler tarafından baba-kardeş-sevgili-koca halinde gelenlerin
korkunçluğu, bu korkunçluklarla yaşamının sıradanlaşması ve hep yalnız kalması.
Annesinin sevgisizliği, ona yardım etmemesi, sürekli tecavüze maruz kalması ve
bunları anlatacak hiç kimsesinin olmaması. Televizyonun yaşamını paylaşan ona
iyi gelen tek şey olması.
“Antabus”
tüm trajik anlatısına rağmen mizahî bir dile sahip. “Evet, bende konuşma
reflüsü var. Yıllardır laflarımı o kadar çok yuttum ki, yalnız kaldı mıydı
böyle içimden çıkıyor laflar.” (16) Hayatını ifade edişteki ironi, çaresizliği
için bir silah işlevi görüyor neredeyse. Diğer taraftan televizyondan gelen
sesler Leyla’nın bilinçakışı gibi işlemekte. Anlat(a)madıkları televizyonun
sesinden kelimelere dökülür hale geliyor. Kocasının ona zulmedişini hep yaşanan
bir şeyin tekrar tekrar yaşanmaktan kaynaklı sıradanlığını anlatırken kendi
kendine teselli arar gibi bir hali de yok. Zaten olması gereken bu, başka türlü
olsa…
İşte
bu başka türlü olsa hali “Antabus”un en çekici yönü ve romanın anlatım
tekniğini belirleyen de bu. Leyla’nın hayatı iki farklı anlatıyla okur
karşısına çıkarılıyor. Bu iki farklı anlatı onun yaşamındaki trajikliği her iki
türlü de yansıtıyor ama bir başka ihtimalin varlığı da böylece ortaya çıkıyor. Fakat her iki
şekilde de “Antabus” bir distopya. Gerçi romanın atmosferinde bizzat toplumda
yaşayan kadının başına gelenler bu toplum sebebiyle bir distopyadan farklı
düşünülemiyor. Televizyon sesine başkaları ne der sesleri sürekli karışıyor.
Tüm bu seslerden uyuyarak kurtulabileceğini sanan Leyla ise, tabii ki
yanılıyor. Etrafındaki toplum onun yaşadıklarını görmüyor, görse bile sadece
izlemekle yetiniyor. Hepsi sadece birer seyirci, hiçbir zaman müdahale etme
gereği duymuyorlar. Bu noktada televizyonun Şahiner’in eserlerindeki anlamı bir
eleştiriye de dönüşüyor. Sürekli izleyen eylemsiz bir toplum ne yapabilir ki?
Seray
Şahiner “Gelinbaşı”ndan “Antabus”a kadar edebiyatında sürekli gelişim gösteren
bir çizgi izlemiş. “Antabus” ile ustaca
bir iş çıkarmış. İleride neler yazacağını çok merak ediyorum. Diğer taraftan Seray
Şahiner’in “Antabus” ile uzun zamandır gündeme getirilmemiş bir tartışmayı
gündeme getirdiğini düşünüyorum: Toplumcu gerçekçilik. Göstermeci gerçekçiliğin
sakilliğinden tamamen uzak, mizahî bir dille kurulmuş bu distopya kadınların
anlatıcı olduklarından nasıl güçlü bir strateji yaratabildiklerini gösteriyor.
Şimdi
sayfayı çevirmeyeceğiz.
Bu yazı için bkz. İstanbul
Art News (Edebiyat),sayı: 1, Eylül
2014, s. 24.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder