11 Mayıs 2015 Pazartesi

BİR İHTİMAL DAHA VAR: O DA ÖL(DÜR)MEK Mİ DERSİN? -Seray Şahiner'in Antabus'u Üzerine-


BİR İHTİMAL DAHA VAR: O DA ÖL(DÜR)MEK Mİ DERSİN?


Yıllar önce sosyolog bir arkadaşım, Tarlabaşı’nda kadınlarla ilgili bir araştırma yapıyordu. Kadınların gündelik hayatları ve gündelik hayatlarında yarattıkları stratejiler üzerine inanılmaz şeyler anlatıyordu. Bir gün oldukça şaşkın bir şekilde yaptığı bir tespiti anlattı. Kadınlar yarattıkları stratejilerde ve kendilerine dair kurdukları anlatılarda en çok televizyonda izledikleri reklamlardan etkileniyorlardı. Bunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Tabii o zaman henüz televizyonlarda diziler bu kadar çok değildi, eminim şimdi aynı araştırma yapılsa bu sefer de dizilerdeki hayatların kadınları nasıl etkilediği ortaya çıkacaktır. Kim bilir belki çoktan yapılmıştır bile. Arkadaşımın o zaman için görüşme yaptığı Tarlabaşı’nda oturan kadınların çoğu İstanbul’a göç etmiş yoksul kesimi oluşturuyordu. Bugün Taksim’in değişen ve yok olan birçok unsuruyla birlikte bu kadınlar da oradan başka bir yere bu sefer şehir içinde bir göç  sonucu yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar.
O zaman arkadaşımın anlattıkları arasında en çok dikkatimi çeken kadınların gündelik hayatta yarattıkları stratejiler olmuştu. Bu konu, Seray Şahiner’in son kitabı “Antabus”u okuduğumda ilk aklıma gelen şey oldu. Televizyonun kadınların hayatındaki rolü Şahiner’in romanında o kadar önemli bir yer kaplıyor ki. O yüzden yazımın başlığı da olan bir ihtimal daha var durumunu romanımızın kahramanına veren tek şey televizyon. Ne bir arkadaş ne tekrar hamile kalmamak için harcadığı çabalar ne gidebileceğini sandığı sığınma evi. Sadece televizyon… Hem sığınağı hem arkadaşı.
Televizyon sesi Şahiner’in diğer eserlerinde de kullandığı başat bir unsur. Filmlere benzeyen, filmler gibi yaşanılabileceği bir dünya kuran, buna kendi anlatısında sürekli yer veren yazar, “Antabus”tada da bunu yine başat bir unsur olarak kullanıyor. Televizyon sesinin hayatımızın her aşamasında bu kadar içimize işlemediğini düşünmek zor. Şahiner’in eserlerinde bu durum eğer kahramanımız olan kadın okumuş bir kadını temsil ediyorsa Türk filmleri sahneleriyle kendi hayatını birleştirirken, okumamış yoksul kadınlarda televizyon sesinin bir arka fona dönüşmesi şeklinde ortaya çıkıyor. Sadece televizyon da değil, ilaç prospektüsleri, formlar, sözlükler, overlok makineniz ayağınıza geldi şeklindeki reklam sesleri de kahramanların hayatlarının her tarafına saçılmış durumda. Sürekli bir dışarıdan ne olduğunu, nasıl olacağını bize anlatan başka başka sesler hayatımızın içine ama en çok film ve dizilerden zihnimizde kalan seslerle, görüntülerle giriyor. Bunların iki yönlü bir duruşu var: İlki gereksiz ve gürültü halinde ikincisi ise gerekli ve kurtarıcı halinde. İlkinde bu yaşamımızın bize ait olmayan yanlarına gönderme yaparken ikincisinde bize dost olan, anlamlandırmamıza gerek kalmayan ama yanımızda olmasında da rahatsız olmadığımız bir unsura işaret eder. Her durumda ortak olan ise varlığıdır. Bizim bu varlık ile nasıl yaşadığımız ise bize kalmış…
Seray Şahiner’in eserlerinde dikkati çeken temel özelliklerden biri kadınların sınıfsallığı. Anlattığı kadınların sınıfsal konumları yazar tarafından oldukça ayrıntılı bir şekilde çiziliyor. Dahası bunların çoğu yoksul kadınlar. Yukarıda belirttiğim gibi bu kadınların bir kısmı okumuş bir kısmı da okumamış. Okumuş ve okumamış olarak ayırıyorum,  çünkü bu ayrımın yarattığı kadın kahramanlarda Şahiner için önemli olduğunu düşünüyorum. Örneğin okumuş kadınların çoğu, kadın dünyasına daha uzak bir yerden bakıp hayatlarında hep peşlerinde koştukları bir erkek olmasına rağmen birbirleriyle neredeyse hiç iletişime geçmeyen kadınlar. Hayatlarına giren erkekler son derece pespaye ama buna rağmen bu okumuş kadınlar bu pespayelikten kendilerini çekip çıkarma gücüne sahip değiller. Kadınlar arasında erkekler yüzünden bir iktidar ilişkisi var, birbirlerini anlamaya pek çalışmıyorlar. Bu durum “Antabus”ta değişmiş. “Antabus”ta aynı erkeğe aşık olan Leyla ve Necibe sonunda dost olup birbirlerini gayet iyi anlayabiliyorlar. Okumuş kadınların okumuş erkeklerin pespayeliğine rağmen onlardan kopamamaları çok anlaşılır değil. Ancak asıl anlaşılmayan özelikle “Hanımların Dikkati”ne kitabında yer alan Sibel, Nergis ve Elif’in aynı evde yaşamalarına rağmen neredeyse hiç diyalogda olmamaları. Bu iletişimsizlik çok anlaşılabilir gerekçelerle okura sunulmuyor.
Diğer taraftan Seray Şahiner’in yoksul ve okumamış kadınları anlatmakta çok başarılı olduğunu söylemeliyim. Örneğin “Hanımların Dikkatine” kitabının ilk hikâyesi “Ceylan Yürüyüşü” Şahiner’in edebiyatı açısından önemli bir yere sahip. Nitekim “Antabus”ta bu türden okumamış, taşradan göç etmiş bir kadının hayatını anlatmayı seçmesi oldukça isabetli bir seçim olmuş. Leyla Taşçı karakterinin son dönem Türkçe edebiyatta çizilmiş en iyi kadın karakterlerden biri olduğunu tartışmasız söyleyebiliriz. Leyla’nın yaşamının trajedisi, kronik hale gelen mutsuzluğu, başına erkekler tarafından baba-kardeş-sevgili-koca halinde gelenlerin korkunçluğu, bu korkunçluklarla yaşamının sıradanlaşması ve hep yalnız kalması. Annesinin sevgisizliği, ona yardım etmemesi, sürekli tecavüze maruz kalması ve bunları anlatacak hiç kimsesinin olmaması. Televizyonun yaşamını paylaşan ona iyi gelen tek şey olması.
“Antabus” tüm trajik anlatısına rağmen mizahî bir dile sahip. “Evet, bende konuşma reflüsü var. Yıllardır laflarımı o kadar çok yuttum ki, yalnız kaldı mıydı böyle içimden çıkıyor laflar.” (16) Hayatını ifade edişteki ironi, çaresizliği için bir silah işlevi görüyor neredeyse. Diğer taraftan televizyondan gelen sesler Leyla’nın bilinçakışı gibi işlemekte. Anlat(a)madıkları televizyonun sesinden kelimelere dökülür hale geliyor. Kocasının ona zulmedişini hep yaşanan bir şeyin tekrar tekrar yaşanmaktan kaynaklı sıradanlığını anlatırken kendi kendine teselli arar gibi bir hali de yok. Zaten olması gereken bu, başka türlü olsa…
İşte bu başka türlü olsa hali “Antabus”un en çekici yönü ve romanın anlatım tekniğini belirleyen de bu. Leyla’nın hayatı iki farklı anlatıyla okur karşısına çıkarılıyor. Bu iki farklı anlatı onun yaşamındaki trajikliği her iki türlü de yansıtıyor ama bir başka ihtimalin varlığı  da böylece ortaya çıkıyor. Fakat her iki şekilde de “Antabus” bir distopya. Gerçi romanın atmosferinde bizzat toplumda yaşayan kadının başına gelenler bu toplum sebebiyle bir distopyadan farklı düşünülemiyor. Televizyon sesine başkaları ne der sesleri sürekli karışıyor. Tüm bu seslerden uyuyarak kurtulabileceğini sanan Leyla ise, tabii ki yanılıyor. Etrafındaki toplum onun yaşadıklarını görmüyor, görse bile sadece izlemekle yetiniyor. Hepsi sadece birer seyirci, hiçbir zaman müdahale etme gereği duymuyorlar. Bu noktada televizyonun Şahiner’in eserlerindeki anlamı bir eleştiriye de dönüşüyor. Sürekli izleyen eylemsiz bir toplum ne yapabilir ki?
Seray Şahiner “Gelinbaşı”ndan “Antabus”a kadar edebiyatında sürekli gelişim gösteren bir çizgi izlemiş.  “Antabus” ile ustaca bir iş çıkarmış. İleride neler yazacağını çok merak ediyorum. Diğer taraftan Seray Şahiner’in “Antabus” ile uzun zamandır gündeme getirilmemiş bir tartışmayı gündeme getirdiğini düşünüyorum: Toplumcu gerçekçilik. Göstermeci gerçekçiliğin sakilliğinden tamamen uzak, mizahî bir dille kurulmuş bu distopya kadınların anlatıcı olduklarından nasıl güçlü bir strateji yaratabildiklerini gösteriyor.
Şimdi sayfayı çevirmeyeceğiz.


 Bu yazı için bkz.  İstanbul Art News (Edebiyat),sayı: 1,  Eylül 2014, s. 24.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder