GÖLGE/SİZ VE HAYAL/SİZ BİR ŞEHİRDE
-Murat Gülsoy’un Gölgeler ve Hayaller
Şehrinde Romanı Üzerine-
Bir
gemi yolculuğu ile Şarka doğru yolculuk yapmak. Gidilen yerin neresi olduğu
önemli değil aslında, yolculuğun Şarka doğru olması önemli. Aşağıdaki sahneler
biri Meşrutiyet öncesi diğeri Meşrutiyet dönemi iki yazarın eserlerinden Şarka
varışın tasviri. Bunlardan ilki Mizancı Murad’ın Turfanda mı, Turfa mı? romanının kahramanı Mansur’un Paris’ten
İstanbul’a gelişi:
“
Vapurların, yelken gemilerinin, odun ve kömür kayıklarının kesreti, etrafa
hâkim Yuşa Tepesi hep aranılan Boğaz’ın, maksad-ı müntehâ-yı seyahatin
(seyahatin sonunun) yakında olduğunu ima ederlerdi, lakin Boğaz letafet ve
azametiyle henüz arz-ı endam etmemişti. Tahminen yirmi bir yaşında bir fesli
delikanlı şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak iki eliyle
davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş bulunduğu halde, azm ü tefekkürü
(düşünceyi) ima eden derin siyah gözlerini ileriye atfetmiş ve güya mülahazat-ı
zihniye (aklındaki düşüncelere) ve tesirât-ı hafiye-i felsefiyesine
(felsefesinin gizli tesirlerine) mağluben kendisini ve etrafındakileri unutmuş
duruyor idi” (7-8)
Ve
bu da1912 tarihli Mahmud Sadık’ın Tekâmül
romanındaki kahramanı Şefik’in Şarka ama bu sefer İstanbul’a değil Mısır’a girişi:
“Mehtap
yok. Fakat Şarkın semavî sâfıyla gurubun reng-i âteşîni (ateş rengi)Bahr-ı
Sefîd’in (Akdeniz’in ) mütemevvic sathında (dalgalı yüzeyinde) temaşasıyla
(izlemekle) müteessirâne (üzgün) olmak mümkün olmayan inikasât (akisler) husule
getirmiş idi. Bende bir levha-i hüzn-âver (hüzünlü tablo) teşkil etmiş idi.
Mini mini çocukların bir muma karşı parmakları arasında döndürerek türlü türlü
renkler, resimler seyrettikleri bir kaleydeskop gibi kuvve-i hâtıranın tedvir
ettiği (aydınlattığı) kürre-i arz (yeryüzü) üzerinde, şemsin (güneşin) ziyâ-yı hayat-bahşâsından (hayat saçan ışığından) muvakkaten
iftirak eden (ayrılan) noktalarında, sema ile denizin birbirini der-agûş etmiş
olduğu (kucakladığı) ufuk üzerinde her dakika bu âheng-i elvân (renklerin
ahengi) tebeddül ediyordu.” (18)
Gölgeler ve Hayaller Şehri’nde
romanının kahramanı ise İstanbul’a girerken şöyle hisseder:
“Gemimiz
ağır ağır Boğaz’a girerken kalbim heyecanla çarpıyor, çocukluğuma dair
hatıralar, mezarında uyanan bir ölü gibi geriniyordu. Oradaydı. Her şeyiyle,
tozlu yollarıyla, gıcırdayan tahtalarıyla, durmadan havlayan köpekleriyle,
evlerden yükselen odun kokusuyla orada beni bekliyordu. Saint German
kahvelerinde gövdemi gezdirirken benden çok uzak olduğuna emin olduğum geçmiş,
işte elimi uzatacağım mesafedeydi. Bu şehir, benim Fuat olacağım yerdi.” (69)
Bu
kahraman, Mahmud Sadık’ın kahramanı Şefik’in Mısır’a girdiği atmosferde
neredeyse Mizancı Murad’ın Mansur’uyla aynı yaşta ve onunla aynı yerden
Paris’ten İstanbul’a gelir. Kitabı ilk okuduğumda her iki kitabın açılışı
birden aklıma geldi. Fuad’ın biraz da kendinden önce gelen ve kendinden sonraya
devam eden bir neslin ürünü olduğunu düşündüm.
…
Murat
Gülsoy’un romanının kahramanı yukarıda belirttiğim şekilde Mansur gibi Paris’ten
İstanbul’a gemiyle gelir. Baba tarafından yarı Türk olan bu kahraman
İstanbul’da kendi yolcuğuna çıkarken bir yandan da “melezliğinden” memnuniyetsizliğini
her fırsatta dile getirecek, bundan ne kadar rahatsız olduğunu belirtmekten
kaçınmayacaktır. Yarı Fransız yarı Türk genç bir erkeğin kendini bulmak,
kaybetmek, toparlamak ve sonra yine dağıtmak, delirmek, akıllanmak ve tüm
bunları anlamlandırma çabalarıyla dolu olan romanda en dikkati çeken özellik
bir olgunlaşamama durumudur. Bu olgunlaşamamanın sebebi sanki kahramanın
melezliğinden dolayı gibi görünür ya da yolculuğunun sonunda İstanbul’da
gazetesi için haber yapmaya çalışırken birden İstanbul’un hikâyelerini
toparlamaya çalışan birine dönüşmesini açıklayamaz.
İstanbul’a
neden gelmiştir? Gerçekten para kazanmak için mi? Yoksa daha kendisi doğmadan
önce ölen babasına dair izler bulmak için mi? Batıdan Doğuya doğru bu gidişte,
coğrafya, mekân, kimlik, akıl/duygu, kalp/ruh, gerçek/hayal, gölge/düş gibi
birçok unsur kahramanın zihninde, yaşadıklarında, gördüklerinde ama özellikle
yaşadıklarının rüyaya dönüşmüş halleri ve bunları arkadaşına aktarma ve bu
aktarmayla bir taraftan da gördükleri üzerine düşünceleri ve yorumlarıyla
yolunu bulmaya çalışır. Peki gerçekten bir yol var mıdır?
Fuad’ın
yolcuğu 1908’in hemen sonrasında tarihî bir dönem yaşayan İstanbul’a uzanırken
babasının tabutuyla yolculuk eden Prens Sabahaddin ile tanışmasıyla başlar. Böylece
ölmüş bir babanın yasını tutan ve onu vatanına götüren oğul, kahramanımızın ilk
başta dikkatini çeker ki sonrasında yolculuğunun bu şekilde başlamasının
anlamlı olduğu üzerinde düşünür, bunu hatırlar. Batıdan Doğuya yapılan bu
yolculukta kendisinin melezliği ile İstanbul arasında bir benzerlik vardır
aslında. Doğu ve Batı arasında yer alan bu şehir tıpkı kahramanımız gibi hem
Doğu hem de Batıya dair birçok unsuru bir arada taşımaktadır, bu da onu esrarlı
hale getiren unsurlardandır. Kendisi ise melez, kim olduğunu arayan, gerçekten
kim olduğunu bulabileceği hakkında şüpheleri olan biridir. – Burada bir
parantez açarak Meşrutiyet dönemi boyunca yapılan tartışmalardan birinin de
melezlik olduğunu belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum- Doğuya yolculuk onun
kendi içine, kendi hayatının bir parçasına yapılmış bir yolculuğa dönüşür ama
bunun böyle olacağını, en azından İstanbul’da kendisini birçok yeni şeyin ama
bu yeniliğin aynı zamanda kendi geçmişine dair de olacağının farkındadır. Tıpkı
1908 ile değişmekte olan Osmanlı İmparatorluğunun son durumu gibi.
Ülke
ve kahramanın yazgılarının birleşmesi, Fredric Jameson’ın üçüncü dünya
edebiyatı ve bu dünyaya ait edebiyatların bireyden bahsettiklerinde bile
toplumdan bahsettikleri, yazgılarını ortaklaştırdıkları ve bu sebeple
eserlerini alegoriye indirgemeleri tespitini akla getiriyor. Fakat yazarın bu
göndermeyi oldukça bilinçli bir şekilde yaptığını düşünüyorum. Bunun en açık
kanıtı ise kahramanını bir melez olarak kurgulaması. Aslında “hiçbiryere” ait
olmayan, bir yere ait olmaya çalışırken bile bunu başaramayan bir kahraman bu
yazgıyı birleştirmiyor, kendi yazgısını ülke üzerinden anlamlandırmaya
çalışıyor. Bir tarafta padişah diğer tarafta özgürlük, her taraftan yükselen
muhalif sesler, özgürlük sarhoşu insanların coşkusu, zaman zaman ortaya çıkan
karmaşa sonrasında gelen karamsarlık ve hatta şiddet. Kahramanımız tüm bunları
kendi benliğinde babasının kim olduğunu öğrenmesi, (babanın kim olduğunu
özellikle yazmamayı tercih ediyorum) onun hayatı ile kendi hayatını birleştirme
çabası, düştüğü boşluk, ona dair ilk öğrendiklerindeki coşku, babanın
yazdıklarını okuduklarındaki şaşkınlık, sonrasındaki hayal kırıklığı,
karamsarlık ve şiddet. Ülkenin yaşadıklarıyla onun yaşadıkları bir arayış
içerisinden karmaşa ve histeriyle birleşiyor. Peki iyileşecek olan kim? Ya da
gerçekten bir iyileşme mümkün mü? Veya daha önemli bir soru? İyileşmek gerekli
mi? Belki de gerekli değil. Batının “hasta adam” olarak adlandırdığı bir ülke,
deli ve evhamlı padişahlarıyla ayakta durmaya çalışırken gerçekten hasta mı?
Özgürlük ülkeyi iyileştirmeye yetecek mi? Fuad kim olduğunu, babasının
hastalığını öğrendiğinde gerçekten özgürleşmiş olacak mı? O halde bilmek
iyileşmekle aynı anlama gelmiyor. Tam da bu noktada romanın anlatım tekniğinin
önemli olduğunu düşünüyorum.
Sahaflar
çarşısından satılan alınan Fransızca yazılmış bir defterin çevirmeni,
sonrasında orijinalini kaybettiği bu defteri notlarla yayımlıyor. Ancak bir ara
çevirisini yaptığı bu defteri unutuyor bile. Alex adlı bir arkadaşa yazılan
mektuplardan ama yazılan mektupların deftere geçirildiği bir kitaptan oluşan bu
eser, notlarla zaman zaman okura bilgi de veriyor. Defterdeki yırtıklar,
atlamalar, okunamayan yerler, Latince ifadeler, resimler, şiir çevirilerine
dair açıklamalar, metne anlatıcı tarafından eklenmiş kısımlar.
Kitabımızın
kahramanı Fuad, yolculuğuna bir itirafla başlar. Fransa’da kimseye söylemediği
melezliğini gemide bir yemek sırasında aniden herkese açıklayıverir. Böylece
okurun karşısına çıktığında kendini saklayan birinin itirafına tanık olmakla
kalmayız, bu itirafın arkasından geleceklere de hazırlanmış oluruz. Fuad,
onunla birlikte yolculuk eden fotoğrafçı Marcel ile İstanbul’un ve onun
hayatındaki pek çok önemli kişinin fotoğrafını çekecektir. Fakat bu önemli
kişilerden birinin fotoğrafını çekmeyi hem Marcel hem de Fuad unutur: Isabell.
Fuad’ın yolculuğu sırasında tanışıp aşık olduğu ve hep bir “melek” olarak
adlandırdığı bu kadının fotoğrafını Marcel’e çektirmeyi akıl etmediğine zaman
zaman üzülmekten kendini alamaz. Ancak burada da anlatının önemli bir
ayrıntısıyla karşılaşıyoruz. Bir “meleğin” fotoğrafı çekilebilir mi? Melek
zamansızdır, ölümsüzdür ve bedensizdir. Fuad’ın romanın sonlarına doğru tüm
ülke üzerinde dolaştığını gördüğü melek gibi. Özgürlüğü simgeleyen melek gibi.
Babasının çok sevdiği Namık Kemal’in hep bir özgürlük olarak tarif ettiği, Rüya’sında anlattığı gökyüzünden
yeryüzüne inen kadın suretindeki melek gibi. Gölge, hayal ve gerçek arasında,
ölüm ile hayat arasında uçup giden bir melek gibi.
Eserin
adı olan Gölgeler ve Hayaller Şehrinde, romana kaynaklık yapan birçok unsuru
bir arada barındırıyor. Örneğin gölge, bir yandan ölüme, ölümün hayata dair bir
izdüşüm olmasına, “rüyanın ikinci bir
hayat olmasına”, bir yandan oğula, babanın izdüşümü olan bir çocuğa, bir yandan
da kim/lik’e gönderme yapıyor. Aynı şekilde hayal de melek ile birleşerek
geçmiş, şimdi ve gelecek arasında dolaşmaya dair göndermeler taşıyor. Tüm
bunlar delilik, afyon, esrar ve halüsinasyonlar ile de paralellik taşıyor ve
tabii fotoğraflarla da. Fuad, Marcel’in çektiği fotoğrafları gördüğünde fotoğrafın
aslında görünür olmayan birçok şeyi görünür kıldığını fark ediveriyor. Böylece
zaman, hep bir arada olma hali, delilik ile akılın, hayal ile gerçeğin, ben ve
bir başkasının hayatına dair izler, oradan oraya mekânın her tarafına oyulan
izler haline dönüşüyor. Fuad’ın evlerinin bahçesindeki kuyuyu temizlemesi, bir
süre o kuyuda kalması, evini tamir etmek istemesi hem o mekânda bir iz aramak
hem de orada olduğuna dair bir iz bırakmak için. Babası hakkındaki gerçekleri
öğrendikten sonra ona dair bir fotoğraf edinmeyi çok istiyor ama bulamıyor.
Kitaplarında bulduğu izleri onun görüntüsüyle birleştirmeye çalışıyor. Yazdıkları
da dünyada bir iz bırakma çabasına dönüşüyor. Ortaya çıkan eser de çevirmeninin
kaleminden notlarla yaşadığı zamanın çok uzağında belki de kendisine çok
benzeyen bir okurla buluşuyor.
Gölgeler ve Hayaller Şehrinde,
1908’in coşkulu ortamından bugüne birçok köprüler atan bir roman. Eserin
kahramanı Fuad ise son dönem Türkçe edebiyatına klasik bir tat katıyor.
Bu yazı için bkz Kitap-lık, sayı: 175, Eylül-Ekim 2014, s. 104-106.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder