11 Mayıs 2015 Pazartesi

Bir Şiirsel Methiye: Beyefendi -Hatice Meryem'in Beyefendi'si Üzerine-

Seval Şahin
“bir tüy hafifliğinde
bir güzel şakaya benzer”  bir şiirsel methiye: Beyefendi



Hatice Meryem’in son dönem Türkçe edebiyatta çok kendine has bir yeri var. Eserlerinde ilk dikkati çeken yalınlık ile birlikte az söyleyip çok ve derin ifade edebilme yeteneği o kadar gelişmiş ki insan kendini hayran olmaktan alamıyor. Onun edebiyatının temelini oluşturan yalınlık ve -eski kelimeler kullanmayı sevdiğini tahmin ettiğimden edebiyatı için bu kelimeyi kullanacağım- anahtarı olabilecek diğer bir kelime istiare ve derinlik. Ama burada istiareyi pasif bir konumda ve varolanı herkesin bildiği şekilde anlatma anlamında değil, herkesin bildiği ama ancak bu kadar farklı şekillerde ifade edilebilme yetisiyle aktiflik kazanmış bir anlamda kullanıyorum. İşte bu bağlamda Hatice Meryem’in 2013 yılında yazdığı son eseri Beyefendi tüm bir hayata hatta tarihe yalınlık ve derinlik perspektifinden yazılmış kocaman bir istiare sanki.
Tante Rosa’nın “tüm kadınca bilmeyişleri”ne bir cevap gibi Beyefendi.  Bu cevap her çağdan, her dilden, her yerden kadınların seslerini kapsıyor. Tüm kitap boyunca hiçbir zaman bir kadının sesi yok. Her zaman kulaklarımız yüzlerce, binlerce, milyonlarca kadının kimi zaman şarkıları, kimi zaman ağıtları, kimi zaman şiirleri, kimi zaman inlemeleri, kimi zaman hıçkırıklarıyla çınlıyor. Kadınların erkeklere yazdığı bir methiyenin tüm halleri onların dillerinden dünyaya sızıyor. Bu sebeple eserin en temel vurgusu “kelimeler”e. Kelimeler her yerde, sürekli her yerden karşımıza çıkıyor. Ancak her yerden çıkan bu kelimeler aslında sadece bir dağınıklığa ve anlamsızlığa, anlam olamamaya gönderme yapıyor. Bir türlü tamamlanmayan, hep devam eden akışkan bir dünya hali. Zaten bu durumun kendisi bir davet niteliği taşıyor. Eserin en başında “aydınlık bir salona” davet edilen beyefendiye anlatılanlar bu akışkanlığa dair bir gönderme, bir çağrı, bir davet, bir birleşme halinin hazırlığı. Her şeye başka bir dilde, başka bir şekilde anlam yüklemek değil ama anlam açmak için bir çaba girişimi: “keşke kurtulsak etki alanından/yer çekiminin kuvvetinden/kafiye sevsek ve ne var aydınlık bir salonda/oturup karşılıklı birer kahve içsek/unutsak kaldığımız yerleri/unutsak kaldığımız yerlerdeki tüm kelimeleri/yepyeni bir dille bekliyoruz sizi beyefendi” (9)
Bu anlam açma çabasının Hatice Meryem’in eserlerindeki temel noktalardan biri olduğunu düşünüyorum. İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar, Kafamdaki Yılan, Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’da yalın bir şekilde, kelimelerden oldukça tasarruf ederek anlattığı derin dünyalarda parçalar halinde sunduğu hikâyeler, ya da bunlara anlatı demek daha doğru geliyor bana, hep bir anlam açma çabasının, özellikle Kafamdaki Yılan’da anlatanın kendisinin yaşadıklarından yola çıkarak kendine dair bir anlam çabasının kendinden önceki bir tecrübeyle ama özellikle anneyle birleşmesi bununla paralel. Aynı şekilde Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun’da da kendisini birçok kadın olarak ifade edişte, “ben bir …. karısı olsaydım eğer” şeklinde başlayan her bir anlatıda kendinin olmayan ama illa da kendinin olması gerekmeyen, onu tarif edecek, anlatacak bir anlam açma çabasının olduğunu görüyoruz. Beyefendi’deki çokseslilik de buradan geliyor bence. Bu anlam açma çabasının kendisi zaten çoksesli bir şey. Hatice Meryem edebiyatının başarısı bu çoksesliliği yalınlık ve derinlikle birleştirebilmesi. Kendi adıma Beyefendi’deki bu hallerin beni çok etkilediğini söylemeliyim. Tarihsiz ve zamansız bir yerlerden bir sürü anlam açma çabasının insanın ta derinlerine işlemesi ve bir taraftan bir yerlerini kanatması. Fakat kanayan yerlerini saracak birilerinin her zaman olduğunun umudunu da vermesi çok değerli.
Kadın ve erkeğin bir olma, birlikte olmanın şenliği de Beyefendi’nin içinde, kelimelere harmanlaşmış bir şekilde: “psikoloji biyoloji ve sosyolojiyi/birleştirdiniz bedenimizde/kelimelerinizle/beyefendi/getirdiniz/dünyaya onu yeniden/mucizevi bir şekilde/ıslandı kirpik ucumuzdan gayrı her yerimiz/boşaldı öksüz hayvanımızın üzerine/kelimeleriniz/serinledik/kattınız o acuzeye hayat/isterseniz şimdi/yazınız tüm şiirlerinizi siz” (29)
Çoksesliliğin kadın dilinden ama asla erkekleri değil erk’i ve erkçe’yi işaret ederek yok edilmesi değil ama dağılıp gidiverip sonrasında bu dağılmışlığın başka kelimelerle, başka bir şekilde toparlanabilirliğinden bir başka şekilde yazılmış “erkeklere methiye”si, kanımca Türkçe edebiyatın ulaştığı doruklardan biri. Bu başkalık halini yaratan dil de oldukça başka ve tabii bu dille ortaya çıkarılan anlatı da öyle. Tamamen kendine has, tüm bu çokseslilikleri ve bence umudu, isyanı anlatan bu anlatıda kelimelerin sıcaklığı tüm metne yayılmış. Anlatılanlar ne sadece bir şiire ne sadece bir hikâyeye ne sadece bir romana ne de sadece destana denk düşüyor. Boşuna değil anlatının sonunda bir “bahçede” buluşup sonrasında ayrılınması. Bahçe, çok kolay tarif edilebilir bir mekân değildir. Ki üstelik bu bir “müze bahçesi”. Tabii Catherine Mansfield, Tezer Özlü ve Nilgün Marmara’ya da bir selam gönderme  olduğu da akılda tutularak burada hatırlanması gereken ise müze değil, müze bahçesi olması. Anlatıda gönderme yapılan tüm bu yazarlar anlatıcının metniyle kaynaşmış. Onların kelimeleriyle anlatıcının kelimeleri birleşmiş hatta kol kola girmiş. Üstelik onları okurken ve onlardan edindikleri de bu kol kola oluş halinde, anlatının akışkanlığına dahil edilmiş. Tıpkı bir müze bahçesinde birlikte oturur gibi. Ama asla onlara müzenin içindeki o soğukluktan bakmadan. Yine bir müze bahçesi olmasının diğer tarafı da zamansızlığa ve akışkanlığa dair bir gönderme yapılması. Çoksesli bir metinde her yerden seslenen kadınların kelimeleri de müzenin içinde değil bahçesinde. Müzenin içinde onları seyreden, yorumlayan, inceleyen olarak değil bahçesinde tüm bu hallerden kopuk, anlam açma çabaları içinde hep bir çoksesliliğe giden yoldaki akışkanlıkta.
Dünyanın her halini, her gününü görme ve yaşama çabasını anlama çabasıyla örtüştüren çok doğurgan bir metin Beyefendi.  Bu sebeple metnin çizgilerle yayımlanmış olması çok isabetli olmuş. Zeynep Özatalay’ın çizgileri çok güzel.

Beyefendi, hayat içerisinde sürekli mücadele alanları yaratabilmeyi, bunu başarabilmeyi, bundaki “muzipliği” hep hatırlatan bir anlatı. Ve edebiyat hayatı güzel kılıyor dedirten ama bunu en çok da bir dirençle destekleyen bir anlatı. İyi ki edebiyat var dedirten eserlerden biri. “anlatacaklarım bitmedi/lütfen uyuyup dinleniniz beyefendi”

Bu yazı için bkz. v  İstanbul Art News (Edebiyat),sayı: 11,  Temmuz-Ağustos 2014, s. 78.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder