11 Mayıs 2015 Pazartesi

SUYUN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ ÜZERİNE KAMERASAL BİR ROMAN: 47 NUMARALI KAMARA

SUYUN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ ÜZERİNE KAMERASAL BİR ROMAN: 47 NUMARALI KAMARA

“47 Numaralı Kamara”, edebiyatın doğrudan kendisine odaklanan bir kitap olarak karşımıza çıkıyor. Edebiyat bölünüyor, parçalanıyor, birleştiriliyor, karalanıyor, yorumlanıyor, tamamlanıyor, eksik bırakılıyor ve yazarı Hikmet Hükümenoğlu romanında bunun hepsini okurun gözleri önünde yapıyor.
Edebiyatın kendisinin ve yazma sürecinin sancılarının, sanrılarının, oyunbazlığının, mutluluğunun her bir yönü bu kitapta var ama en ilgi çekici tarafı ikircikliği. Zaten bu ikirciklik meselesi yazma meselesinin kendisiyle birleşip edebiyata oradan bir bakış atıyor.
Romanımızın kahramanları Hikmet adlı bir romancı ve bu romancının en son kitabını yazan, yazdığını sanan, buna inanan ama aynı zamanda buna kandırılmış bir “hayalet” yazar Murat. Üç günlük bir gemi seyahati esnasında her şey bu hayalet yazar tarafından biz okurlara sunuluyor. Roman birçok kanaldan aynı anda ilerliyor. Hayalet yazar Murat’ın zihninden geçenler, Hikmet’i kandırmak için yazdığı ve aslında kendi biyografisinden esinler taşıyan bölümler, Murat’ın kitabını yazmak için aldığı notlar, yaptığı karalamalar, gemide konuştukları birbirine paralel bir şekilde okurun karşısına sahneler halinde sunuluyor. Sunuluyor diyorum çünkü yazarın bunu anlatış biçiminde sanki bir ziyafet masasında aynı yemek farklı farklı aşçılar tarafından yapılıyor gibi bir tutum söz konusu. Nitekim romanın sonlarına doğru Murat’ın hikâyesi ile Hikmet’in hikâyesi birleştiğinde aynı yemekten mi bahsediyoruz yoksa aşçılardan biri farklı bir yemek yaptığını zannederek bize aslında aynı yemeği getirmiş ve aslında kendisi de bunun ayrımında değilmiş gibi bir durum söz konusu. Romanın daha ilk sayfalarında karşılaştığımız karakterlerimiz geminin büyük salonunda bir yemek masası etrafında bize görünüyorlar. Hikmet Bey’i hayranlıkla dinleyen okur kitlesi, onu kıskançlıkla seyreden Murat, mümkün olduğu kadar yüz ifadesinden duygularını belli etmemeye çalışan karısı Merve. Biliyoruz ki bu masadaki kişiler bu yemeğin sonrasında birer parça olarak bu masadan koptuklarında Murat için hep bu masada durdukları şekilde kalacaklar. Bunun böyle olacağını ise bu masada yaptığı konuşmayla yazarımız Hikmet Bey anlatıyor: “ Nefes alıp vermiyoruz, sadece olacakları seyretmek için orada bekleyen bir çift gözüz. Suyun içinde sabit duran kamerayız, ya da başka bir deyişle yazarın bakış açısıyız. Şimdi beklememiz gerekiyor…” Bu cümleler romandaki her şeyi özetliyor gibi.
Öncelikle bir çift göz meselesi. Romanda gerçekten bir çift göz, okur olarak bizleri sürekli takip ediyor. Çünkü her şeyden önce romanda aynı kitabı yazan iki yazar var ve kitap da okur olarak bizim gözümüzün önünde yazılıyor. Böylece romanı okurken onu gözünde canlandırmaya çalışan okurun bu yetisi felce uğratılarak bir nevi körleştirme etkisi ortaya çıkarılıyor. Bu sayede yazar(lar) da içinde bulundukları metinden okura doğru bir bakış atma imkânı buluyorlar. Burada Hikmet’in yemek masasında sözünü ettiği yazarın bakış açısıyız meselesi de açıklık kazanıyor. Sadece kahramanlar değil okurlar da bu körleştirme meselesiyle birlikte kendisine metinden bir bakış atan yazarı görmeye çalışarak oluşturulmaya çalışılan bu bakış açısının bir parçası oluveriyorlar. Ayrıca bu bakış açısının “suyun içinde sabit duran kamerayız” cümlesiyle tarifi bu karşılılık ilişkisine bir açıklama getiriyor. Su, dışarıda gördüğünü içeriden tekrar yansıtırken kamera da bu ilişkide içeriden dışarıya bakarak bir kayıt altına alma işlemi gerçekleştiriyor. Yani suyun hafızası oluyor ama bunu sudan dışarıya doğru bakarak yapıyor. Diğer taraftan kitabın gerçek yazarının kim olduğu meselesi sürekli gündemde tutulurken Murat’ın roman boyunca arkasında hissettiği, hep kendisini izlediğini düşündüğü ama arkasına baktığında asla göremediği bir çift göz var. Bu gözler hem okurun hem oluşturmaya çalıştığı metnin hem Hikmet’in hem de Merve’nin gözleri. Kendisini hayalet yazar olarak tanımlaması da bu şekilde bakış açısıyla birlikte bir bütünlüğe kavuşuyor. Belli belirsizlik hayaletlikle birleştirilirken arkasında hissettiği gözler de bu dışarıdan içeriye bakışa bir gönderme yapıyor.
Diğer taraftan romanda sadece Murat’ın karalamaları, notları değil Merve’nin sesinden bir okuma toplantısında Hikmet’in ilk romanından bir bölüm de okurla, hem metindeki okurlarla hem de dışarıdaki biz okurlarla buluşturuluyor. Romandaki okur bu bölümü hiç sevmiyor. Ama dışarıdaki okur olarak ben çok sevdim. Diğer taraftan bu okuma toplantısını düzenleyenler yazar yerine karısının gelip onun kitabından bir bölüm okumasına da çok sinirlenip karısını ünlü yazarın bir mankenle basılması meselesinde nasıl rahat davranabildiği konusunda sorguya çekiyorlar. Toplum ahlakını düzeltme konusunda onu yargılıyorlar. Merve de onlara aslında kocasının hiç de göründüğü gibi biri olmadığını, onu tanımadıklarını anlatıyor. Kendi gördüğü Hikmet’in ne kadar iyi ve değerli biri olduğunu dile getiriyor. Buradaki anlatı ve okuma toplantısının kuruluşu da romanın ilk açılışındaki yemek masasına bir gönderme niteliği taşıyor gibi. Orada romanın mutfağında olduğumuz izlenimi veriliyordu. Sonra mutfaktan içeri girip malzemeleri gördük burada ise yemeğin kendisiyle karşılaştık. Yazarın mutfağından metinde ortaya çıkan bir ilk metin örneği. Bunu sunan ise, yine sunan diyorum çünkü buradaki metin bir sesli okuma şeklinde okurlara iletiliyor, yazarın mutfağından ona en yakın kişi olan karısı, bir başka deyişle eşi. Yani yine ikircikli bir durum söz konusu. Kim en yakınındakini cesurca eleştirebilir ki! Nitekim bu sesli okumayı dinleyen okurlar da metin dışında her şeyi eleştirerek takındıkları acımasız tavırla bakış açısını metinden yazarın özel hayatına kaydırıyorlar. Eleştiri nasıl bir şey olmalı ki! Metinden başlayıp metinde bitmedikten sonra, yazarın hayatı bize metin hakkında çok şey söyler mi gerçekten?
Asıl meselesinin edebiyat ve yazmak olduğu bir eserde oyunbazlık tabii ki beklenen bir unsur. “47 Numaralı Kamara”da yazarın okurla, dinleyenle, eleştirmenle, bir başka yazarla, yazarların kendileriyle, yaratma süreçleriyle, hayal güçleriyle kurduğu oyunlar metnin kendisini bir yolculuğa çevirmiş. Böyle bir romanın bir yolculuk anlatısıyla çatılması ise tam da beklenen bir durum. Bir deniz yolculuğu, suyun içinden bakan bir kamera gibi okurun metne sızmasını ama asla kalmasını değil sızmasını sağlıyor. Tıpkı dalgalar gibi okur bu kameraya girip çıkıyor ama kahramanları seyretmekten, bir kamera gözü gibi seyretmekten başka bir şey yapamıyor. Bu da yazarın romanda kurmaya çalıştığı bakış açısının körleştirici etkisiyle bir paralellik taşıyor. Son seferine çıkan bir geminin son yolcuları son bir sahne yaşamaya kararlı gibiler. Bir çift hariç: Arif Bey ve Kıymet Hanım. Onlar Murat’ın hep yanında, birbirlerine karşı eleştirel bir tavırla ama ona hep sıcaklıkla yaklaşıyorlar. Eski bir zamandan fırlamış gibi halleriyle ona verdikleri öğütler de isimleriyle müsemma: Arif ve Kıymet. Arif olan kıymetli olanı anlar der gibi bir tavırları var. Murat, onların yanında kendini rahat ve huzurlu hissediyor. Yolculuk bittikten sonra onlara olup biten her şeyi anlattığında ise artık Arif Amca ve Kıymet Teyze oluveriyorlar. Bu da yazarın okura metninden gönderdiği bir selam gibi.

Hikmet Hükümenoğlu edebiyatı gerilimden beslenen bir edebiyat. Tekinsizi ve ikircikliği seven bir yazı tarzı. Kitaplarında kendi kitaplarına göndermeler yapan bir yazarın “47 Numaralı Kamara”da iki yazarın okurun gözleri önünde bir metni örmeleri tam da bu yazardan beklenen bir tarz. Hükümenoğlu edebiyatının bir başka yönü de son derece akıcı bir dile sahip olması. Bu kadar karmaşık bir kurgunun bu kadar akıcı bir dille ve sadelikle anlatılması onun bir yazar olarak başarısını da ortaya koyuyor. “47 Numaralı Kamara” oyunbaz metinlerin de akıcı bir üslupla yazıldığında bir çırpıda okunabileceğinin ispatı.
Bu yazı için bkz.  İstanbul Art News (Edebiyat),sayı: 3,  Kasım 2014, s. 30.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder