SUYUN
KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ ÜZERİNE KAMERASAL BİR ROMAN: 47 NUMARALI KAMARA

“47
Numaralı Kamara”, edebiyatın doğrudan kendisine odaklanan bir kitap olarak
karşımıza çıkıyor. Edebiyat bölünüyor, parçalanıyor, birleştiriliyor, karalanıyor,
yorumlanıyor, tamamlanıyor, eksik bırakılıyor ve yazarı Hikmet Hükümenoğlu
romanında bunun hepsini okurun gözleri önünde yapıyor.
Edebiyatın
kendisinin ve yazma sürecinin sancılarının, sanrılarının, oyunbazlığının,
mutluluğunun her bir yönü bu kitapta var ama en ilgi çekici tarafı ikircikliği.
Zaten bu ikirciklik meselesi yazma meselesinin kendisiyle birleşip edebiyata
oradan bir bakış atıyor.
Romanımızın
kahramanları Hikmet adlı bir romancı ve bu romancının en son kitabını yazan,
yazdığını sanan, buna inanan ama aynı zamanda buna kandırılmış bir “hayalet”
yazar Murat. Üç günlük bir gemi seyahati esnasında her şey bu hayalet yazar
tarafından biz okurlara sunuluyor. Roman birçok kanaldan aynı anda ilerliyor.
Hayalet yazar Murat’ın zihninden geçenler, Hikmet’i kandırmak için yazdığı ve
aslında kendi biyografisinden esinler taşıyan bölümler, Murat’ın kitabını
yazmak için aldığı notlar, yaptığı karalamalar, gemide konuştukları birbirine
paralel bir şekilde okurun karşısına sahneler halinde sunuluyor. Sunuluyor
diyorum çünkü yazarın bunu anlatış biçiminde sanki bir ziyafet masasında aynı
yemek farklı farklı aşçılar tarafından yapılıyor gibi bir tutum söz konusu.
Nitekim romanın sonlarına doğru Murat’ın hikâyesi ile Hikmet’in hikâyesi
birleştiğinde aynı yemekten mi bahsediyoruz yoksa aşçılardan biri farklı bir
yemek yaptığını zannederek bize aslında aynı yemeği getirmiş ve aslında kendisi
de bunun ayrımında değilmiş gibi bir durum söz konusu. Romanın daha ilk
sayfalarında karşılaştığımız karakterlerimiz geminin büyük salonunda bir yemek
masası etrafında bize görünüyorlar. Hikmet Bey’i hayranlıkla dinleyen okur
kitlesi, onu kıskançlıkla seyreden Murat, mümkün olduğu kadar yüz ifadesinden
duygularını belli etmemeye çalışan karısı Merve. Biliyoruz ki bu masadaki
kişiler bu yemeğin sonrasında birer parça olarak bu masadan koptuklarında Murat
için hep bu masada durdukları şekilde kalacaklar. Bunun böyle olacağını ise bu
masada yaptığı konuşmayla yazarımız Hikmet Bey anlatıyor: “ Nefes alıp
vermiyoruz, sadece olacakları seyretmek için orada bekleyen bir çift gözüz.
Suyun içinde sabit duran kamerayız, ya da başka bir deyişle yazarın bakış
açısıyız. Şimdi beklememiz gerekiyor…” Bu cümleler romandaki her şeyi özetliyor
gibi.
Öncelikle
bir çift göz meselesi. Romanda gerçekten bir çift göz, okur olarak bizleri
sürekli takip ediyor. Çünkü her şeyden önce romanda aynı kitabı yazan iki yazar
var ve kitap da okur olarak bizim gözümüzün önünde yazılıyor. Böylece romanı
okurken onu gözünde canlandırmaya çalışan okurun bu yetisi felce uğratılarak
bir nevi körleştirme etkisi ortaya çıkarılıyor. Bu sayede yazar(lar) da içinde
bulundukları metinden okura doğru bir bakış atma imkânı buluyorlar. Burada
Hikmet’in yemek masasında sözünü ettiği yazarın bakış açısıyız meselesi de açıklık
kazanıyor. Sadece kahramanlar değil okurlar da bu körleştirme meselesiyle
birlikte kendisine metinden bir bakış atan yazarı görmeye çalışarak oluşturulmaya
çalışılan bu bakış açısının bir parçası oluveriyorlar. Ayrıca bu bakış açısının
“suyun içinde sabit duran kamerayız” cümlesiyle tarifi bu karşılılık ilişkisine
bir açıklama getiriyor. Su, dışarıda gördüğünü içeriden tekrar yansıtırken
kamera da bu ilişkide içeriden dışarıya bakarak bir kayıt altına alma işlemi
gerçekleştiriyor. Yani suyun hafızası oluyor ama bunu sudan dışarıya doğru
bakarak yapıyor. Diğer taraftan kitabın gerçek yazarının kim olduğu meselesi
sürekli gündemde tutulurken Murat’ın roman boyunca arkasında hissettiği, hep
kendisini izlediğini düşündüğü ama arkasına baktığında asla göremediği bir çift
göz var. Bu gözler hem okurun hem oluşturmaya çalıştığı metnin hem Hikmet’in
hem de Merve’nin gözleri. Kendisini hayalet yazar olarak tanımlaması da bu
şekilde bakış açısıyla birlikte bir bütünlüğe kavuşuyor. Belli belirsizlik
hayaletlikle birleştirilirken arkasında hissettiği gözler de bu dışarıdan
içeriye bakışa bir gönderme yapıyor.
Diğer
taraftan romanda sadece Murat’ın karalamaları, notları değil Merve’nin sesinden
bir okuma toplantısında Hikmet’in ilk romanından bir bölüm de okurla, hem metindeki
okurlarla hem de dışarıdaki biz okurlarla buluşturuluyor. Romandaki okur bu
bölümü hiç sevmiyor. Ama dışarıdaki okur olarak ben çok sevdim. Diğer taraftan
bu okuma toplantısını düzenleyenler yazar yerine karısının gelip onun
kitabından bir bölüm okumasına da çok sinirlenip karısını ünlü yazarın bir
mankenle basılması meselesinde nasıl rahat davranabildiği konusunda sorguya
çekiyorlar. Toplum ahlakını düzeltme konusunda onu yargılıyorlar. Merve de
onlara aslında kocasının hiç de göründüğü gibi biri olmadığını, onu
tanımadıklarını anlatıyor. Kendi gördüğü Hikmet’in ne kadar iyi ve değerli biri
olduğunu dile getiriyor. Buradaki anlatı ve okuma toplantısının kuruluşu da
romanın ilk açılışındaki yemek masasına bir gönderme niteliği taşıyor gibi.
Orada romanın mutfağında olduğumuz izlenimi veriliyordu. Sonra mutfaktan içeri
girip malzemeleri gördük burada ise yemeğin kendisiyle karşılaştık. Yazarın
mutfağından metinde ortaya çıkan bir ilk metin örneği. Bunu sunan ise, yine
sunan diyorum çünkü buradaki metin bir sesli okuma şeklinde okurlara
iletiliyor, yazarın mutfağından ona en yakın kişi olan karısı, bir başka
deyişle eşi. Yani yine ikircikli bir durum söz konusu. Kim en yakınındakini
cesurca eleştirebilir ki! Nitekim bu sesli okumayı dinleyen okurlar da metin
dışında her şeyi eleştirerek takındıkları acımasız tavırla bakış açısını
metinden yazarın özel hayatına kaydırıyorlar. Eleştiri nasıl bir şey olmalı ki!
Metinden başlayıp metinde bitmedikten sonra, yazarın hayatı bize metin hakkında
çok şey söyler mi gerçekten?
Asıl
meselesinin edebiyat ve yazmak olduğu bir eserde oyunbazlık tabii ki beklenen
bir unsur. “47 Numaralı Kamara”da yazarın okurla, dinleyenle, eleştirmenle, bir
başka yazarla, yazarların kendileriyle, yaratma süreçleriyle, hayal güçleriyle kurduğu
oyunlar metnin kendisini bir yolculuğa çevirmiş. Böyle bir romanın bir yolculuk
anlatısıyla çatılması ise tam da beklenen bir durum. Bir deniz yolculuğu, suyun
içinden bakan bir kamera gibi okurun metne sızmasını ama asla kalmasını değil
sızmasını sağlıyor. Tıpkı dalgalar gibi okur bu kameraya girip çıkıyor ama
kahramanları seyretmekten, bir kamera gözü gibi seyretmekten başka bir şey
yapamıyor. Bu da yazarın romanda kurmaya çalıştığı bakış açısının körleştirici
etkisiyle bir paralellik taşıyor. Son seferine çıkan bir geminin son yolcuları
son bir sahne yaşamaya kararlı gibiler. Bir çift hariç: Arif Bey ve Kıymet
Hanım. Onlar Murat’ın hep yanında, birbirlerine karşı eleştirel bir tavırla ama
ona hep sıcaklıkla yaklaşıyorlar. Eski bir zamandan fırlamış gibi halleriyle
ona verdikleri öğütler de isimleriyle müsemma: Arif ve Kıymet. Arif olan
kıymetli olanı anlar der gibi bir tavırları var. Murat, onların yanında kendini
rahat ve huzurlu hissediyor. Yolculuk bittikten sonra onlara olup biten her
şeyi anlattığında ise artık Arif Amca ve Kıymet Teyze oluveriyorlar. Bu da
yazarın okura metninden gönderdiği bir selam gibi.
Hikmet
Hükümenoğlu edebiyatı gerilimden beslenen bir edebiyat. Tekinsizi ve
ikircikliği seven bir yazı tarzı. Kitaplarında kendi kitaplarına göndermeler yapan
bir yazarın “47 Numaralı Kamara”da iki yazarın okurun gözleri önünde bir metni
örmeleri tam da bu yazardan beklenen bir tarz. Hükümenoğlu edebiyatının bir
başka yönü de son derece akıcı bir dile sahip olması. Bu kadar karmaşık bir
kurgunun bu kadar akıcı bir dille ve sadelikle anlatılması onun bir yazar
olarak başarısını da ortaya koyuyor. “47 Numaralı Kamara” oyunbaz metinlerin de
akıcı bir üslupla yazıldığında bir çırpıda okunabileceğinin ispatı.
Bu yazı için bkz. İstanbul
Art News (Edebiyat),sayı: 3, Kasım 2014,
s. 30.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder