RESUL KİMDİR/NEDİR?
“Edebiyat
başlı başına ilişkilerle, danslarla, kır gezileriyle ve kazalarla ilgilenmek
yerine manevi durumlarla daha fazla ilgilenmeye başlasa ne olurdu?.. Zihnin
uzak köşelerinde farkında olmadan gerçekleşen gizli kıpırdanışlar, izlenimlerin
hesaplanamaz karmaşası, hayal gücünün mercek altında görülen nefis yaşanışı,
duygu ve düşüncelerin rasgele hareketi, kalbin ve beynin gidilmemiş yollarda
yol bilmez iz bilmez seyahatleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamız
gerekiyor…”
Knut Hamsun
Edebiyatın
zihnin işleyişi hatta zihnin işleyişine direnen bir bedende yeniden var olup
kendine oradan bir bakış atma ihtimali sunma meselesi Hüseyin Kıran’ın Resul romanında kitabın baştan sona tüm
meselesini oluşturuyor. Tabii mesele bu olunca Resul’ün kendini nasıl anlattığı,
anlatmaya çalıştığı kimi zaman da susması ancak o sustuğu zamanlarda bile
konuşmak, haykırmak için bir yol bulmaya çabalaması Kıran’ın metnini bir
anlatma/anlatamamama eksenine dönüştürüyor.
Resul,
Resul olan ben, Hafize Kadın, Hafize annenin kocası, Mahir, Işıl… Hiçbiri roman
boyunca tam olarak betimlenip okurun gözleri önüne getirilmiyor. Her şey, tek
bir şey dışında her şey muğlak: İşkence…
Resul
yaşamaktan, yaşıyor olmaktan, bedeniyle zihni arasına konulan engellerden,
köpekleşmekten, insanlaşmaktan, iç organlarına dokunup onu ele geçirmeye
çalışan kimi zaman kendi kimi zaman başkası görüntüsündeki eziyetten hiçbir
zaman ari kalmıyor.
Kendi
bedenini bir ev/hapishaneye çeviren dışarısı ve kendi içi onu sürekli oyup bir
başka şeye dönüştürüyor: Önce bir köpek sonra ise tamamen kendinden kendini
icat ettiği bir heykel ve sonrasında nesnelere sıçrayıp onlara dönüşebilen bir
madde… Kendisinden akışkan bir madde gibi bahsediyor sürekli. Bu yüzden bilinç
ile beden arasında durmadan sınırlar çiziyor. Romanın sonunda kendisinden bir
heykel ve sonra akışkan bir nesne yaratabilmesi belki de sonunda sırf bilinç
olmayı başarabilmesi… Nitekim beden ve bilinç arasındaki bu ayrımın yaşamda bir
sorun yarattığı da gerçek ve romanın daha başlangıcında bu ikisinin savaşı
karşımıza çıkıyor: “Hiç tartışmadan bilmeden ölçmeden yaşamalı. Bir beden olarak.
O zaman acı da olmayacak. Sadece yaşamak olacak. Acıyı işe karıştırmamalı, ya
da eğer bilinci susturamıyorsak gövdenin yaşaması bastırılmalı; salt bilinç
olarak kalmalı. Bilinç bedenden, beden bilinçten haberli olduğu sürece,
birbirleri hakkında bildikleri düşündükleri eleştirebildikleri doğru buldukları
yanlış buldukları değişmek ve değiştirmek istedikleri dışladıkları ve
benimsedikleri olduğu sürece yaşamak zor.” (15)
Yaşamanın
zorluğu romandaki anlatıcı karakterin anlatımını da zorlayan bir durum.
Resul’ün anlatısındaki muğlaklığın kendini en çok hissettirdiği yerler bilincin
silindiği veya anlatıcının zihninin karıştığı yerler. Anlatıcının zihninin
karıştığı yerlerde sık sık anlatı birinci şahıs ve üçüncü şahıs arasında gidip
geliyor. Burada genellikle önce 3. şahıs anlatıyla dışarıdan kendine bakıyor,
sonra oradan kendine atlayarak içe, 1. şahsa geçiyor:
“Kadının
yüzü katılaşıyordu Resul’ü süzdükçe. Düşmanca, kindar bir ifadeye büründü
yemeninin çevrelediği yüz. Bir daha hiç unutamayacağı bir an yaşıyormuş gibi
dikkatliydi. Buruşuyordu gitgide. Gitgide hırçınlaşıyordu hali tavrı, hemen bir
iey yapılmazsa iğrenç bir noktaya dönüşecek, kıllı bir et parçasından ibaret kalacaktı.
İçeri çekilip hızla çarptı kapıyı.
Peki,
şimdi ne yapmalı? Yatağa dönecek… tatlı tatlı tatlı… ılık yumuşak saracak…
hayır! Yok uykum ki! Acıkmış karnı. Ona yiyecek verecek. Yiyecek. Ekmek. Ben
ekmeği ne zaman gördüm en son? Akşam, Şimdi?” (19)
Yukarıdaki
alıntıda ve bir önceki alıntıda görüleceği üzere anlatıcının zihni karıştığında
noktalama işaretleri bir anlam taşımamakta, sözcükler ardı ardına dizilmekte.
İkinci alıntıda ise ikinci paragrafta kendisi, olanlar üzerine düşünmeye
başladığında bulanıklaşan zihnin aksinde ilk paragraftaki anlatıcının keskin
görüşlülüğü ve netliği, betimleyici tavrı öne çıkıyor. Nitekim romanın sonunda
akışkan bir maddeye dönüşebilen anlatıcı karakter, romanda sürekli olarak
sevimsiz bir şekilde anlatılan Mahir’in bedenine girdiğinde sadece bir et
yığınından bahseder. Bilinç bile bu bedeni harekete geçirmeye yetmez. Burada
Mahir, aynı zamanda anlatının üçüncü şahsa geçtiğinde dışarıdan gören,
betimleyen, otoriter bakış açısının içeriye girdiğindeki pislik ve kofluktan
ibaret bir et yığını olmasıyla yukarıdaki alıntıdaki ilk paragraftaki
anlatıcının tutumuna da bir gönderme yapar. Roman boyunca anlatının sık sık yer
değiştirmesi, bir gören ve bir duyan şeklinde nitelendirebileceğimiz iki
anlatıcı arasında gidip gelmesi de romanın bu dönüşümün ilerleyen bir
zincirdeki halkalar gibi yavaş yavaş gerçekleşmesiyle ilerleyen bir yapıya,
aslında Resul’ün sonrasında dönüştüğü kendine dışarıdan bakarken içeriye girip
kendi yaptığı katı bir heykel olmasıyla da paralellik gösterir.
Kendine
bir ev, barınak, koza yapmak isteyen Resul’ün benliği, anne karnındaki bebeğin
aldığı şekildeki pozisyonuyla bir yeniden doğuş gerçekleştirme çabasının kendisini
de bertaraf eder. Çünkü kabuk bağlayarak korunmaya çalışmasına rağmen bilinç ve
beden uyumsuzluğu bu yeniden doğuşu sekteye uğratmakta, ancak dönüşümü, bir
başka varlığa, unsura transfer olmayı mümkün kılabilmektedir. Köpek olarak
yaşadıkları, hissettikleri ve duydukları bir yeniden doğuştan çok
zorunlu/gönüllü dönüşümün bedende yarattıklarını gözler önüne serer. Anlatıcı
bize her şeyi bir köpek bilincinden anlatmaya başlar; köpekliğin bedenindeki
izlerine, bilincin izlenimlerinden daha sonra ulaşırız. Bu şekilde, anlatı bir
sonraki aşamaya hep, birden geçiriliyormuş gibi gösterilmesine rağmen bir
yavaşlık hatta zaman zaman duraksamalar da edinilir. Bu duraksamalar zihnin
iyice bulanıklaşmasıyla yavaşlıktan hızlılığa doğru terfi edecektir: “Önce bir
cam duvara kadar yüzüyor sonra küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara
ulaşıyor sonra küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara ulaşıyor sonra
küçük kanat hareketleriyle dönüyor diğer duvara ulaşıyor sonra küçük kanat
hareketleriyle dönüyor hep aynı şeyleri yapmanın sonsuz boşunalığının eriten
rahatlatıcılığı; hep aynı yemi yemenin hep aynı saatte verilmiş ki – aç kalmak
yoksa hiç, nasıl doyulur?- sonra hep aynı boyalı kayanın delikli girintilerini .”
(31)
Kendinin
bedenden koparmak, bu koparmayı sağlamak için yaşamda soluk almaksızın
debelenmek ve sonunda Daire’nin ya da “dairenin” içinde hapsolmak, oradan
kurtulmaya çalışmak, bir ben olmak, ağacın toprağında kendine bir yer bulmaya
çalışmak… Bunların hem tek tek hepsi hem de bir arada hepsi Resul… Dişlemek,
yutmak, soğurmak, sindirmek, kanamak, yemek… Bu eylemlerin aynı zamanda edilgen
tüm halleri.... isteği ve kaçma, uzaklaşma durumları…
Bu
yazı, Resul için sadece bir
başlangıç… Hüseyin Kıran, Resul ile
Türkçe edebiyatın ender kitaplarından birine imza atmış. Okurunu çok
düşündürecek bir roman Resul…
Bu yazı İstanbul Art News Edebiyat'ın Nisan sayısından yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder